Cumartesi, Eylül 07, 2013

Bloğumu WordPress'e taşıdım, bir de bunu deneyelim :)

evvelzamanyolcusu.wordpress.com

Perşembe, Eylül 05, 2013




Twist Metodu (Ola ki Delirmenin Eşiğindeyseniz, e O Zaman "Twist"e Gel...

Bu şarkı bir bana mı çok keyifli gelir, yoksa gerçekten keyifli mi kendisi? Ricardo Darin, Dokuz Kraliçe'den belleğe bir armağan daha...



Cuma, Ağustos 30, 2013

BEHÇET NECATİGİL üzerine...



Bu aralar tiyatroyla haşır neşirim. Araştırıyorum, okuyorum ve de yazıyorum. Senaryo yazmanın güçlüğü sinema ve dizide olduğu gibi tiyatroda da hissettiriyor kendini. Zor evet ama çok da keyifli. Karakterleri yaşamak, gerçeklikten kopmadan o kişiler sanki canlıymışçasına onlara roller biçmek, diyalog yazmak, teknik bilgiler vs. İşin matematiği keşfedildiğinde geriye asıl ve en önemli malzeme kalıyor: İlgi çekici bir hikaye. Her metinde olduğu gibi tiyatro metni yazarken de anlatıma akıcılık kazandırmak ve okurda merak duygusu uyandırmak, metnin sonuna kadar o duyguyu taze tutmak çok mühim. Ve yazarken kullanacağımız izlekler, metaforlar, alt metin mesajları, yazdığınız metni "anlamlı" bir bütün haline getirme uğraşları neticede. Yazmak ağır işçilik... Külfetli, sabırsız, tahammülsüz... Ama kesinlikle bir liman dinginlik adına.

Necatigil, şiirleriyle tanıdığım, sevdiğim bir isimdi önce. Hele ki meşhur "Sevgilerde" şiiri, lise sıralarında ezberime giren. Ardından Behçet Necatigil ismi çevirmen olarak çıktı karşıma. Kitaplığımda da olan iki kitabın çevirmeni: Knut Hamsun / Açlık ve Sadık Hidayet / Kör Baykuş. Behçet Necatigil çevirisi düz bir çeviri değil, şiir gibi. Açlık ve Kör Baykuş'un Türk okurlarca sevilmesinde Necatigil çevirisinin etkisi yadsınamaz bence.

Ve yine Necatigil... Bu kez ben tiyatroya delice bir merak sarmışken çıktı karşıma. Üstelik radyo tiyatrosu şeklinde. Nasıl mı? Şöyle, kütüphaneye gitmiştim, raflar arasında gezinirken kitabın sırtında şunu okudu gözlerim: Radyo Oyunları... Bol sevinç... Yazara baktım: Necatigil. Daha ne ister bu okur, dedim ve aldım kitabı büyük bir iştahla. Kitap yepyeni. Hiçbir okur okumamış henüz. Kitabı ilk okuyanın ben olması da ayrı bir keyif hani.

Yazısı, yakında.

Perşembe, Ağustos 29, 2013

YOKLUĞUMDA... (ben aslında yohum yohh!) replik by Burhan Altıntop



Kitaplar hakkında yazmayalı epey olmuş, bloğun açılma nedenlerinde başı çeken de buydu üstelik. Kitaplar... Yazmasam da okumalar devam etti elbet. Bu duraklamanın birtakım nedenleri var: Öğrencilik hayatı (3. sınıfa geçtim), Dukan diyetiyle zayıflama süreci (onun hakkında da yazacağım), yeni uğraşım senaryo yazımı... Belki de hepsi elle tutulur bir neden aramam sonucunda ilk aklıma gelenler. Zihnimin kuytu köşelerinden bir ses öne çıkmak istiyor aslında: İhmal. Belki ya da evet, bu da bir sebep olabilir. Kat'i olarak bildiğim bir şey varsa 30'ların başında olan ben için bu yıl pek çok yeniliği getirdi hayatıma. Fazla kilolarından muzdarip ben an itibariyle yirmi bir kiloyu attım üzerimden. Sanılmasın ki diyet bitti, hayır, daha gidilecek uzun bir yol, gösterilecek bolca sabır var. Şu gerçek ki bu benim hayattaki en büyük başarılarımdan biri oldu.

Gelelim öğrencilik mevzusuna: Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı 3. sınıf öğrencisiyim. Dersleri ve çalışmayı çok seviyorum ama derslerle bloğu bir arada götürememiş de olabilirim bir ihtimal.

Diğer mevzu ise senaryo. Bu yıl yazdıkça yazdım: dizi senaryo, kamu spotu senaryo, bilim-kurgu öykü... Yarışmalara katıldım. Bu yıl bir yandan da yarışma yılı oldu benim için. Bir tiyatro oyunu yazdım, adı "Dünya Dediğin İkna Odası"... Şöyle ki; OYÇED'in (Oyun Yazarları ve Çevirmenleri Derneği) düzenlediği "Özgürlük" temalı oyun yazma yarışmasından haberdar olunca başladık tiyatro yazmaya ( yazdığım ilk tiyatro metni). Sonuçların açıklanmasını aylarca bekledikten sonra güzel haberi aldım. 69 tiyatro metninin katıldığı yarışmada 3.Mansiyon ( derece 6.lık) ödülünü aldım. Gerçi tören henüz gerçekleşmedi, Ekim'de. Bu yarışmanın akabinde tiyatro metinleri okurken buldum kendimi. Senaryo ve öykü teknikleri üzerine de okumalar yapıyorum ama taze bitirdiğim kitap tiyatroyla ilgili (hakkında daha sonra yazacağım).

Yazmadan geçmeyeyim. Ben uzun bir ara verdim, benim gibi ara veren ya da yazmayı bırakan nice blog yazarı olmuş takip ettiğim. Üzüldüm, kimilerini çok severek okuyordum.Üzerimizden nasıl bir bulut geçti de böyle uykuya daldık bilinmez...


Çarşamba, Ağustos 21, 2013

muamma

En güzel bir ölü anlatabilir beni
En çok da o dinler yılgın öykülerimi
Yarasına parmak basılmamışsa bir çocuğun
Dilinden anlayamazsın ıssız garibin
Ve uçuşmadıkça fikirler
Darmadağın saç tellerine inat
Çözemezsin en kolay bilmeceyi
Buldukça zenginleşirsin -zannınca-
Heyhat! Kaybettin mi hiç?

Yarasına parmak  basılmamış çocuğun
Yılgın öykülerini anlatan
Lüleleri paslanmış saçların
Kırpık gözlerine inat
İçerisinde kaya büyüklüğünde yara
Ve o kayanın  altında
Yalnız çaresizler ezilir
Heyhat! Kurtuldun mu hiç?

Teninde işkence taşıyan
Kalbini doldurur bataktan
Tırnaklarına kadar kire batmışsan
Ruhunu söküp yıkayamazsın
Eller suya borçluyken
Yeni hesap açamaz
Heyhat! Kapattın mı hiç?

Oysa sana anlatmıştı
Çektiği acıların tartısını
Gözlerini çevirmeseydin görecektin
Kırpık gözlerin yaşlı denizinde
Kendi acılarını büyüttün
Öyle büyüttün ki
Garip, acısından utandı
Altı yaşında işkence gören
Sen, otuzunu çoktan devirmiş
Heyhat! Utandın mı hiç?

Beni en güzel ölüler anlar
En çok da bir ölü dinler gerçek öykülerimi
Bir lokma tadımlık dünyanın
Özsuyunu içen kelebek
Karşı kıyıda cebinde misket toplarıyla
Bir çocuk, henüz çocuk oysa
Hayrat çeşmesinden bir damla su
Yıkayabilirdi tüm savaş kirlerini
Yarasına parmak basılmış çocuğu
Dinleyip anlayabilseydik eğer
Heyhat! Dinledin mi hiç?

...

Çarşamba, Temmuz 03, 2013

Bildim sandım, yanılmışım...



SORGU

ah zaman, benim ölümüm ne zaman
bir hikaye daha anlatacak kadar
bir şiire, bin mısra ekleyecek kadar
varlığı yokluğa evirmek için
kimdim, neydim, neciydim
diyebilecek kadar
var mıdır ömrüm

pişman olacak kadar...


Pazartesi, Temmuz 30, 2012



Sergüzeşt-i Şizofren


onuncu gün / kavanozun dibini kaşıklarken...


Ah Kunta Kinte, ah... Şimdi ben de senin gibiyim. Senin gibi ben de kendimi bir esaretin içinde buldum. Sen, kurtulmak için çalıştın, çabaladın, öyle ki senin mücadelen beş kuşak sürdü. Benim o kadar vaktim yok, bir an önce buradan çıkmak, kendi kuytu köşemde roadstar vcd'me Hitchcock koleksiyonumdan Strangers on a Train'i koyup defalarca izlemek, izlerken horul horul uyumak, uyandığımdaysa aynı koleksiyondan Rope'u koyup onunla da saatler geçirmek istiyorum. James Stewart'ın keskin zekası mavi gözlerinden dışarıya, oradan televizyon ekranına, ekrandan da bana ulaşsın istiyorum. Yükseklik korkusunu benim korkularım arasında eritmek ve ona şöyle demek istiyorum: Rope filminde, salonun orta yerinde içinde ceset olan o sandıkla ilgili bilmediğin bir şey var, cesedin asıl kimliğiyle ilgili. Üzerine şamdanlar konulup masaya dönüştürülen, üzerinde yemek yenen o sandıkta ben varım. Hitchcock usta, n'olur bir görün, cameo da olsa razıyım!


Dün, duvardaki sureti bir kenara çekip defalarca kafamı duvara vurdum. Sebepsiz yere, aniden, birdenbire, göz açıp kapayıncaya kadar geçen o an içinde, tabi doktora göre. Doktorun bilmediği ama acilen öğrenmesi gerektiği bir şey var: Bazen eylemler, sözlerden daha çok ses getirir. Nostaljinin kara treninde yolculuk yaparken kelimelerim ona dolambaçlı gözüktüğünden olsa gerek, sohbetin özünü çıkaramadı kalın kafası. Sıkılmıştım, sorgu sualden, diyetten, spordan hatta demir ranzanın yayı gıcırdayan rahatsız yatağından. Gitmek istiyordum, sadece gitmek. Kafamdaki yumurta büyüklüğündeki şişlik, beton zemine çakılmamla sahanda yumurtaya dönüşmüştü, yıldızları saymaya başlamıştım, bir, iki... Bayılmışım...

Kendime geldiğimde iğneli fıçıya düşmüş gibi diken dikendim. Kafamda buz torbası, kas içine işleyen kim bilir kaç cclik ilaçlar, ağzım, dilim damağım kupkuru. Bir kilo paslı çivi yalamış yutmuş gibiydim. Yürek yırtan bir vaveyla duvara bulanan birkaç damla kanla anlam buluyor. İşin acayibi her muamma doğrunun yanında yanlışı da buyur ediyor algıya. İşte benim başıma gelen de tamamiyle bu. Doktor ben konulu muammayı yanlışlarla çözmeye çalışıyor. Düzenden her sapanın anarşis.t sayılması misali... 

Dolu kelimesinin anlamına baktım bugün. Ne çok anlamı varmış meğer. Oysa benim hal sözlüğümde bir tek anlamı var: Boş kelimesinin zıddı. Zıddıyla birlikte anıldığında anlam kazanan bir sözcük. Bugün çok doluyum, yani bir derdim, bir sıkıntım var. Keder ihtiva eden tüm sözcüklerin, bu minvalde bir yerleşkesi dolu. "Gözleri dolu dolu olmak" işte söylemek istediğim tam da bu. İkisi de konunun özünde hemfikir. Şöyleki:
"ya her şeyim, ya hiçim, sorma dünya ne biçim, bir kördüğüm ki içim, çözdükçe dolaşıyor....

Ben küçükken, minicikken, henüz dünyanın karanlık yüzüyle tanışmamışken, bir çilekli mis süt için tonlarca gözyaşı akıtabilecek potansiyele sahipken bir dizi vardı TRT'de: Kavanozdaki Adam. Nasıl korkunç bir isim verilmiş ki diziye benim balıklara eş değer hafızamda bile gizlenebilmiş onca yıl. Zaten bir Kavanozdaki Adam bir şu dev karıncaların olduğu film. İkisi de unutturmadılar kendilerini, arada geldiler, halimi hatrımı sordular, uykularımı kabusa çevirdiler. Ne diyordum, hah, Kavanozdaki Adam. Beyin nakli yapılan bir adamın kabusları.. Ben kimin kabuslarını görüyorum? Bu satırları yazan benim parmaklarım mı? Ben ne zaman kendi katilimi arar oldum? Aynaya bakıyorum şair gibi, gözaltlarım pazar filesi, patlıcan moru.Yolun yarısına beş basamak... bir odaya tıkılmış, haritamın çıkarılmasını bekliyorum. Suçlu muyum? Asla.
Belki kendime karşı.

Ah doktor, kafayı duvara vura vura pekmezini akıttım da bir katilimi bulamadım. Ciddi miyim? Asla...
 

 

Cuma, Kasım 18, 2011


Sergüzeşt-i Şizofren

dokuzuncu gün, hafızada bit ayıklarken...

Doktorum ve ben, adına seans ya da terapi dense de basbayağı hoş bir sohbetin içine düşmüştük. Dünden kalan mevzuların arasına koyulan ayraç yerinden çıkarıldı ve bugün de kaldığımız yerden devam ettik sohbete. Tabi gözüm kapalı bir şekilde ve hafif yatar vaziyette olduğum sohbetin asıl anlatıcısı ben, tek dinleyicisi de doktordu ama eğer özgürlüğünüz bir kere de olsa elinizden alınmışsa içinde bulunduğum durumu daha iyi anlayabilirsiniz: Doktor benim için yavaş yavaş bir arkadaşa dönüşüyordu.

1600 kalorilik diyet listemde yer alan artık klasikleşmiş altı çorba kaşığı sebze yemeği, Trakya usulü tarhana çorbası bir dilim tam tahıllı ekmek ve bol yeşillikten oluşan menüyü afiyetle yedikten tahmini bir saat sonra kapım tıklandı. Burada olduğum şu kısa zaman içinde öğrendiğim bir şey varsa çalan zile, tıklanan kapıya "kim o?" demenin artık benim için bir lüks olduğu. Zira doktordan başka ziyarete gelenim yok. Onunki de ziyaretten çok ticaret boyutu işin ya, neyse. Ziyarete gelenim yok demek bir bakıma eksik bir ifade, çünkü arkadaş kurbanı sevgili Edmond, Shawshank'ten Andy, takıntılı dedektif Monk hatta Küçük Prens bile ziyaretime geliyorlar ve diğerleri. Kimiyle bazen uzun uzun sohbet ediyoruz, kiminin de duvara yansıyan suretini görüyorum sadece. Duvardaki suretler pek konuşma taraftarı değiller ama gerçekten çok iyi dinleyiciler, öncelikle sözümü kesmiyorlar ki bu benim gibi çenesinin civataları gevşemiş biri için büyük nimet.

Ve uçuş hazırlıkları tamamlandı, geri sayım başladı. Ben köstekli saat beklerken doktor kalın mercekli gözlükleriyle gözlerime odaklanmştı. Demek uyarıcı etken doktorun kola şişesinin içine düşmüş gibi bakan gözleri olacak. Ziyanı yok, bana uyar. Saat tik takları hiçbir zaman uykumu getirmez zaten yattığım odada saat bulundurmamamın bir nedeni de bu. Hoş, daha önceki seanslarda aksesuar amaçlı yanında getirdiğini düşündüğüm saati artık getirmemesini ben söylemiştim doktora. Neden diye sormadı, belli ki hastası hakkında epey hazırlıklı. Saatleri sevmeyen bir hastanın gözlerinin önünde sarkaç misali saat sallarsan hastanın pantere dönüştüğünü görürsen şaşmamalısın, haksız mıyım?

"Bir şarkı söyle, içinden ne gelirse", dediğinde "Çanakkale içinde Aynalı Çarşı, ana ben gidiyom düşmana karşı, oooyyy gençliğim eyvah" ı söylemiştim. Seans sonrası durum değerlendirmesi yaparken Çanakkale üzerine binbir soru sordu. Neden bir Çanakkale türküsü? Çanakkale'ye hiç gittim mi? Çanakkaleli bir tanıdığım var mı, Çanakkale'ye gitmek ister miyim?... Doktora bu türkünün içimi acıttığını ve bu sayede ruhuma antrenman yaptırdığımı söyleyemezdim. Ruhu paslatmamak gerek ve bunun için de bolca hislenmek. Ama bu sözlerin terhisimi uzatacağını biliyordum ve yine yalana sığındım. İnsanoğlunu zor durumlardan kurtaran kuzu postuna bürünmüş kurt, sana ihtiyacım olduğunda hep hazırda bekliyorsun.

Ardından hiç çılgın bir şey yapıp yapmadığımı sordu. Ben de lise yıllarıma döndüm ve cevapladım soruyu. "Benim için çılgınlık okulu asıp adına müzikevi denen hoş bir yapıda kulaklığı takıp Vivaldi dinlemekti. Vivaldi'nin Four Seasons'ını özellikle Spring'ini. Niye çılgınlık, bugün hiçbir lise talebesinin Vivaldi dinlemek için okulu asacağını düşünmüyorum da ondan. Anneannemin karşı komşusunun bir orkestrada çello çaldığını o devasa çalgıyı anneannemin kapısı önünde görünce öğrenmiştim. Hay çılgın, demek çello çalıyorsun. Oysa ben flüt bile çalamam. Ama isterdim kanun ve piyano çalabilmeyi.". "Demek müzikten hoşlanıyorsun?". "Hoşlanmayan var mı ki? Farid Farjad'ın ağlayan kemanına kim kayıtsız kalabilir? Ya da Can Atilla'nın müziğini duyup da kendini on altıncı yüzyıl Osmanlısında saray ahalisinden hissetmeyen? Pachelbel'in re majör kanonunu icra eden piyano tuşlarını söküp kulağının en içine, kulak zarına monte etmek istemeyen? Hani B12 vitamin eksikliğinde kulak çınlaması olur ya kişi de, kulağının içinde arı vızıltısı, motor sesi, çekirge sesi gibi rahatsız edici sesleri 5+1 ses sistemiyle kulağının içinde duyar ya, işte ben de kulağımda o notalar çınlasın isterdim. Belki o zaman içimdeki pitbull uslu bir tazıya dönüşürdü. En uslu köpek tazıymış doktor, biliyor muydunuz?
Doktor sadece "ilginç" demekle yetindi, ama ilginç olan neydi işte onu ben de anlamadım...

"Doktor" dedim, "Size bir soru sorabilir miyim?". "Rolleri mi değişiyoruz yoksa?" Estağfirullah doktor, sizin elinize su dökemem demek üzereyken u dönüşüyle "Estağfirullah" dedim.
"Sor bakalım.", "Gemici düğümlerini bilir misiniz doktor?", "Gemici düğümü mü? Neden şaşırdım bilmem ki. Şey, gemici düğümünü bilirim evet ama o düğümleri yapmayı bilmem, ilgi alanıma girmedi hiç."," Gemici düğümlerinin kimisi vardır ki epey bir uğraşırsın o düğümü atmak için, oldukça kafa karıştırıcıdır erbabı olmayana. Yapması ne kadar zorsa çözmesi o kadar kolaydır kimilerini. İpin bir ucundan çektin mi oradan alıp şuraya attığın, şuradan alıp buraya soktuğun o ip çözülüverir anında. İp baskısı gibi."

"Yani?"
"Yani o ki doktor, kimi insanlar kolay bir düğüm, kimiyse çetrefilli bir düğümdür. Ama çözmesini bilene sadece ip baskısı kadar zor. Ben on ikili Pelikan sulu boyayla boyanmış bir ip baskısıyım. Daha fazlası değil, lütfen artık çöz şu düğümü!"...

Perşembe, Kasım 17, 2011


Sergüzeşt-i Şizofren

sekizinci gün...
bir fincan yeşil çayın zihinde portakallı oralete dönüştüğü vakitler...

Bugün feylesofluğum üstümde. Bu durumun müsebbibi Küçük Prens diyebilirim ama tüm sorumluluğu küçük ve yalnız bir çocuğun omuzlarına yıkmak istemem. Maziden bir kare çalmak istiyor canım: Balon patlata patlata Pembo sakız çiğnemek ve Turbo sakızdan çıkan araba resimleriyle koleksiyon yapmak istiyorum. Neden Vita tenekesine düşmüş gibi vıcık vıcık bir nostalji yapışkanlığı var üstümde, anlatayım:

Sevgili doktorum, bu sabah vizitesine biraz geç geldi. Geldiğindeyse üzerinde 90'lı yılları çağrıştıran şu ekose desenli oduncu gömleğinden vardı. Elinde tuttuğu fincandaki bol limonlu ıhlamurun kokusu odamın havasını tazelemişti tazelemesine ama yüksek oktavdan gelen bir "hapşuuu" sesi milyon tane mikrobu da odama salmıştı. Mikropları ve havadaki c vitamini aromasını savaşmaları için kendi hallerine bırakıp " Geçmiş olsun doktor, şifayı kapmışsınız" dedim, "Sağol, öyle oldu biraz. Geçen akşam misafirlerimiz vardı. Koskoca adam ağzını kapatmadan hapşurdu durdu bütün akşam. Haliyle mikrobu kaptık.", "hı?" Başta ünlem olmak üzere tüm noktalama işaretleri yüzümde geçit resmi yaparak doktora selamlarını sundular ama doktor kendi mikroplarını adam sınıfına sokmamış olacak ki selama karşılık vermek şöyle dursun oduncu gömleğinin cebinden, katlana katlana origami halini almış kağıt mendilini çıkarıp uzun bir boru sesi eşliğinde burnunu temizlemekle yetindi. Karşımdaki koltuğuna geçip "Küçük Prens'le tanıştın mı?" diye sordu. "Evet dedim, lakin kendisiyle tanışıklığımız yeni değil"." Önceden okumuş muydun?"." Evet ama tekrar tekrar okuyabilirim". "Güzel o zaman, bugün Küçük Prens'ten bahsetmek ister misin?". "Aslında kitabı bitirdikten sonra konuşsak". "Peki o zaman, çocukluğundan devam edelim öyleyse.". "Olur, doktor" dedim ve doktor vizitesini bitirip seans saati gelmek üzere odadan ayrıldı.

Aradan birkaç saat geçti ve kırmızı oduncu gömlek içindeki doktorum seans için yerini aldı. Kırmızı uyarıcı bir renk. Oduncu gömleğiyle birleşince zihnim çağrışım kapılarını sonuna kadar açtı haliyle. Göl evine ışınlanmıştım ve kulağım doktordan gelecek soruya hazır hale getirilmişti. "Çocukluğundan en çok neyi özlüyorsun?" deyince "Doktor, bende zaman bol da acaba sende de durum aynı mı?" demek istedim ama onun yerine "Eski zamanların güzelliğini özlüyorum" dedim. "Dikkat ettiniz mi doktor, insanlar belli bir yaşa geldiklerinde hep kendi çocukluğunun çok güzel olduğunu, o zamanların daha masum olduğunu söylerler. İstisnasız bütün insanlar, ağız birliği etmişçesine neden aynı şeyi söylüyor? O zamanları güzel yapan neydi? Neden biri çıkıp da içinde bulunduğumuz şu anın geçmiş anlardan daha güzel olduğunu söylemiyor? Yiten zaman neden kıymetli oluyor?... "Fikrimi soruyorsan dünya değişiyor, insanlar kalabalıklar içinde yalnızlaşıyor. En büyük nedeni bu.", "Belki. ben bunun nedenini, samimiyet duygusunun yerini menfaate bırakmış olmasında buluyorum. İlişki en az iki kişi arasında olur. Düşünün, bir kişi dünyayı değitirebilir diyorlar, öyleyse iki kişi dünyayı tepetaklak çevirebilir, değil mi? Peki bu temsili iki kişi arasında samimi bir ilişki yerine menfaat ilişkisi varsa, işte buyurun o zaman cenaze namazına ya da 'Welcome to Dante's Inferno'. "Enteresan bir bakış açın ve kesinlikle çok üretken bir zihnin var. Haklı olabilirsin. Bana o samimi bulduğun geçmişten bahseder misin? Durmadan ne düşünüyorsan anlat, dinliyorum." Doktor Freddy, bilinç akışı tekniğiyle hamlesini yaptı, neden vezirimi tehlikede hissediyorum?...

"Film kareleri... Film şeritleri geliyor gözümün önüne.Manuela vardı doktor, güzellik timsali ve kötü kalpli ikizi Isabelle. Rapunzelvari sırma saçlarıyla inci gülüşü gözlere şenlik. Bir de Alf vardı, tüy yumağı, kruvasan burunlu sevimli uzaylı. Müşfik Kenter'in dublajıyla pazar sabahları evimizde bir uzaylıyı ağırlardık. O uzaylı şimdinin dünyalısından daha samimi geliyor bana. Tek fırça darbesiyle bir ağaç, beş fırça darbesiyle muazzam bir orman oluşturan bugünün bonusu o zamanın bol hacimli kıvırcık saçlarıyla Bob Ross gibi bir adam vardı, resim sevincini program ismi olmaktan çıkarıp izleyicide hayranlığa dönüştüren. Yelpaze fırçasıyla bütünleşen, dünyayı yağlı boyayla kaplayabilecek bir adam. Öldüğünü duyduğumda çok üzülmüştüm... Kaptan Cousteau'yla derin mavilere açılan bir kız çocuğuydum doktor, şimdi kıyısından geçtiğim hiçbir deniz o zamanın naifliğini, samimiyetini estiremiyor ruhuma. "...

"Sustun, dinliyorum."
"Sözün özü, o zamanın 'çokomel'ini bugünün 'toblerone'una değişmem doktor!"...


görsel: Bob Ross (saygıyla anıyorum)

Pazar, Eylül 18, 2011






Sergüzeşt-i Şizofren


yedinci gün, yalnızlığın demlendiği vakitler/ gün bitmeden...


"Günaydın doktor, bugün erkencisiniz." dediğimde verdiği karşılık tam da şu şekildeydi:
"Hadi hadi, tembellik etmeyi bırak da yürüyüş bandını taşımama yardım et. Saat sabahın yedisi ve sen hâlâ uyuyorsun." Anlaşılan doktor solundan kalkmış ya da taktik değiştirmiş. Sabah zılgıtımı yiyip üzerine de yarabbi şükür dedikten sonra bir ucundan "Saygıdeğer ve pek sevgili dokturum Freddy" diğer ucundan da zat-ı şahanem tutarak "Voit" marka mekanik yürüyüş bandını camın önüne gelecek şekilde yerleştirdik. Doktor, spor yaparken giymem için eşofman da getirmiş lakin ne nike ne de türevleri. Bildiğin salı pazarından alınmış bir görüntü sergileyen eşofmanı ve 40 numarasını bulamayıp 39'unu aldığını görür görmez anladığım idare eder spor ayakkabıları alıp doktora "sıkma canını doktor, ilk kez başıma gelmiyor" dedim. "Ne ilk kez başına gelmiyor?"," Ayağıma uyan ayakkabı bulamamak" dediğimde canı hiç de sıkılmışa benzemiyordu aslında.

Doktor, giyinip spora başlamam için odadan çıktı. Ardından eşofmanları giyip 20 dk.lık ısınma hareketlerine başladım. Birden kendimi So Ji Sub'la danseder buldum, fonda "tomorrow" eşliğinde. "Saragni saragni" diyor, ipek sesiyle Chae Jung An. "yarın, yarın bitse bile sonraki gün seni özleyerek yaşacağım..." ah, ah nasıl bir diziydi o öyle, So Ji oppa, bu senaristler seni kıskanıyor galiba ya da Allah çirkin bahtı versin sözü boşuna söylenmemiş . Hele bir de "Bali'de Neler Oldu?" mevzusu var, oraya hiç girmeyeyim istersen. Sözlükte talihsizin karşısında sen mi varsın So Ji oppa? Gong Yoo'ya gülmek, sana da ağlamak mı yakışıyor yoksa? Bu Güney Kore dizileri "romantizm" denen şeyi çözmüşler, holivud çek ellerini, kopyacı seni!

Oppa'yla dansı kısa kestim, o çekik gözleriyle makus talihine 1 numaralı bakışını attıktan sonra ortadan kayboldu ben de romantik dansı, ısınma turları yerine saydım ve bantta yürümeye başladım. Hiç ses yok, ayaklarımın altındaki bandın sesinden başka. Spor ayakkabıları giymedim, "Cat" bot mağduru, topuk dikenine maruz kalan ayaklarım çıplak şekilde yürüdüm, çimenlerin üzerinde yürür gibi. Daracık odada bol oksijeni ciğerlerime çektim. Kendime oluşturduğum yeşillik denizinde yürüdüm, yürüdüm, dijital göstergede yarım saat, 2 km yürüdüğüm yazıyor ve 150 kalori verdiğim. Durmak yok, yola devam diyerek kimi çağırsam şimdi yanıma diyorum. Zira bu yalnızlık sıkıcı olmaya başladı. Derken aklıma doktorun getirdiği kitap geliyor. Bugün Edmond'la görüşmek yok, o hücresinde volta atarken ben de fazla kiloların hapsinde voltamı atıyorum, bugün aynı şeyi yapıyoruz belki de aynı anda Edmond, hı?

Evet, doktor okumam için kendi kitaplığından olduğu şüphe götürmez bir kitap getirdi. Sporu bitirip, duşumu aldıktan sonra kitapla tanışma faslına geçtim. Yatağımın üzerindeydi, elime alıp ön kapağı çevirdiğimde hiç de yabancı olmadığım bir kitaba "Hoş geldin" dedim, "hoş geldin gezegenime Küçük Prens. Görüşmeyeli uzun zaman oldu, hı?" Bana, o sevimli ürkek bakışlarıyla gülümsedi.

Ne yapmalı? Rodin'in "Düşünen Adam"ı gibi düşüncelere mi dalsam, Marcel Ayme'ın "Duvargeçen"i gibi duvarın içinde mi sıkışsam? Ya da şu leziz animasyon "9" gibi ruhla beslenen makinelerle mi savaşsam? Bugün yensem mi, yenilsem mi, ezsem mi ezilsem mi? Bugün küçük bir misafirim var, çook uzaklardan gelen, onunla ilgilenmeliyim. Şu da var ki, bugün Küçük Prens'in baobablarıyla başım dertte. Kendimi gittikçe çoğalan baobabların arasında onlarla boğuşuyor gibi hissediyorum, bana da bir koyun lazım, baobabları yiyecek ama çiçeğime dokunmayacak...

Sevgili Pilot, bana da bir koyun çizer misin ama tasması da olsun, olur mu?