Günümüz Türk Edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Günümüz Türk Edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Çarşamba, Mayıs 04, 2011

DUBLÖRÜN DİLEMMASI

Murat Menteş

Nihayet... Nihayet diyorum çünkü kitabı ilk okuyuşumun üzerinden belki bir sene geçti ve ben "fevkaladenin fevkinde" sevdiğim kitap hakkında bir-iki kelam edemedim. Kısa süre önce tekrar okuyunca "artık zamanıdır" dedim, Nuh Tufan ve İbrahim Kurban aşkına...

Nuh Tufan ve İbrahim Kurban, iki canciğer kuzu sarması arkadaş. Üniversitedeki tiyatro eğitimini yarıda bırakan, yurtlarda büyümüş yetim bir albino Nuh Tufan. İbrahim Kurban ise lisede başlayan bol maceralı, vurdulu kırdılı yani tam bir aksiyon havasında geçen o yıllardan yanına kâr kalan arkadaşı Nuh'un ve aileden varlıklı halim selim, dini bütün, az konuşan öz konuşan, enteresan buluşlar yapan bir insan evladı. İki arkadaşın bir ortak noktası daha var ki, lise yıllarında okula ve öğretmenlere kök söktüren, küçük çapta t.erör estiren "Afili Filintalar" adlı grubun/çetenin üyesi ikisi de. Çetenin kurucusuysa tabi ki başrolde Nuh Tufan...

Dublörün Dilemması... Hadi "dilemma" ikilem manasında da, dublörün dilemması ne ola ki, diyenler için bildiğin dublör, hani başrol oyuncusunun tehlikeli sahnelerde yerine oynayan oyuncu var ya, bu kitapta da Nuh Tufan, dublörü oluyor ünlü çocuk bezi markası Dr.Tornado'nun patronu Ferruh Ferman'ın.

Hadi baştan başlayalım. Ama bu kitabın köşeleri olmadığını, bir çember kıvamında olduğunu okuyucunun da dolayısıyla bir döngünün içinde yer aldığını belirtelim. Sözün özü kitap tam bir kaos ve her şey birbiriyle bağlantılı.

Nuh Tufan (bence İskoç olmanın bir sakıncası yok !) Baretta mahlaslı ( bu kadar keyifli bir kitabı düz cümlelerle anlatmanın mümkünü yok galiba) arkadaşıyla aynı evi paylaşmaktadır, ikisi de konservatuvarda tiyatro öğrencisidir. Kahramanımız, bir gün eve geldiğinde bir kaçırma olayının içinde bulur kendini. Baretta, sırf Nuh Tufan'ın Şant-Ajans'ına misilleme olsun diye komşuları Prof. Umur Samaz'ın köpeğine el koymuştur. Yani bahçeye giren köpeği eve almıştır ve amacı da zengin profesörden fidye koparmaktır. Nuh Tufan, kısa süre önce sadece bir işlik bir dedikodu ajansı kurmuş ve iki yerli meyve suyu üreticisi firma hakkında konuşmaları için tuttuğu oyuncuları halkın içine salarak rakip firma hakkında dedikodular çıkarmıştır. Baretta da köpek kaçırma olayında istediği fidyeyi alır ama köpeğin sahibine kavuştuğu anda ortaya çıkan lüks otomobil içindeki silahlı adamlar, profesörü ve köpeği Havana'yı öldürür. Nuh Tufan ve arkadaşı İbrahim Kurban da profesörün cenazesine katılırlar.

İbrahim Kurban yeni keşfinden Nuh'a söz eder. Bu keşif, bol kazançlı günler demektir. Şöyleki İbrahim Kurban orjinalinden ayırt edilemeyen yüz maskeleri yapmıştır. Ve geriye gazeteye ilan verip oltaya gelecek balığı bulmak kalmıştır ki bir iş dünyası dergisine verdikleri "Aynı anda iki yerde birden olmanız mı gerekiyor? Bizi arayın!" ilanına bir balık düşer: Dr.Tornado adlı çocuk bezi firmasının patronu, çocuk bezi kralı Ferruh Ferman. Nuh Tufan, Ferruh Ferman'la buluşur ve günler sonraki firmanın kuruluş yıl dönümü partisine kadar Ferruh Ferman'ın yerine geçer. Albino Nuh Tufan, birden Ricardo Darin olur -pardon- yani Ferruh Ferman. Maskesini ve mavi lenslerini takar, ilaveten kekelemeye başlar, işvereni gibi. Dublör rolüne başlar ama ortada bir de "Dilemma" vardır, Dilara Dilemma, Ferruh Ferman'ın kısa süre önce tanıştığı sevgilisi. Nuh Tufan, şirkettekilere, Ferruh Ferman'ın hastanede yatan yaşlı annesine ve sevgili Dilara Dilemma'ya da rol kesecektir anlaşmaya göre. Ne ki Dilara, Nuh Tufan'ın kısa süre önce belediye otobüsünde görüp âşık olduğu hatta kur yaptığı güzelden başkası değildir.

Bu arada Ferruh Ferman dublörü olma işini aldığında bir başka işi daha vardır kahramanımızın, Çöplük'ün sahibidir. Çöplük, çöpe atılan ama tam anlamıyla çöp olmayan, ama kesinlikle çöpten toplanan eşyaların satıldığı bir dükkandır. Nuh Tufan, dükkanına gelenlere eşyalar hakkında "ne idiği belirsiz" hikayeler anlatır, karşısındakinin ağzını açık bırakan, mesela "Bu baston ünlü yazar Borges'a aittir..." gibi.
Ferruh Ferman olunca açmaz dükkanını.

Ve bir gün adamakıllı dayak yer Ferruh Ferman kılığındaki sevimli albinomuz Nuh Tufan. Dayağı atanlar ise kesinlikle piyanist şantör Rıza Silahlıpoda'yla alakası olmayan, m.afya babası Rıza Silahlıpoda'nın adamlarıdır. Bir cengaver son anda gelir kurtarır Nuh'u. Nuh kurtarıcısının kim olduğunu bilmez ama İbrahim Kurban ensesinde biter adamın. Adam Habip Hobo adında bir ajandır, iyi de bu adam niye Nuh Tufan'ı takip etmektedir? İbrahim Kurban ajanın Ferruh Ferman'ın değil Nuh'un peşinde olduğunu anlamıştır ama nasıl?

Şunu baştan anlatsana. Ajan kimin ajanı? Rıza Silahlıpoda, Nuh'tan ya da Ferruh Ferman'dan ne istiyor? Ferruh Ferman, Nuh'u peşindekilerden kaçmak için bir oyuna mı soktu? Yoksa her şey Habip Hobo'nun bir mizanseni mi? Ya da Prof. Umur Samaz'ın hatta köpeği Havana'nın? Ben sana söyleyeyim, köpeğin gözü göz değil, nasıl yani? İbrahim Kurban hangi tarafta? Taraf mı var? Kafam karıştı, hangisi gerçek Dilara? Dilara- Baretta ne alâka?

Bir kedi, bir yumakla oynuyor da kim kedi, kim yumağın içinde çöz bakalım sevgili okur. Çözerken de bol bol gül, aman dikkat kitabı okuduğun mekana da dikkat et, yoksa kahkaların yüzünden "deli galiba" yaftası yiyebilirsin, haberin olsun.

Kitap dört ana bölüm şeklinde: Nuh Tufan, İbrahim Kurban, Habip Hobo, Ferruh Ferman ve finalde tekrar kısa bir bölümle Nuh Tufan. "Kont Dracula'nın imdat çağrısı", "Üzerinde kuluçkaya yattığımız bombalar", " Kırmızı bikini görmüş boğa gibi"... minvalinde enteresan pek çok alt başlıklar var kitapta. Ve her bölümü, bölümün ana kişisi anlatıyor. Nuh Tufan (serseridir ama her konuda söyleyecek sözü vardır, pek bilgilidir) eşsiz benzetmeleriyle; İbrahim Kurban ihtimal listeleriyle; Habip Hobo "Bir erkeğin hayatında ...... anlar vardır" tanımlarıyla; Ferruh Ferman "Genel olarak hiçbir şey hissetmem" dese de hissettikleri ve hikayesiyle... Hepsinde sevilecek bir yan buluyorsunuz ve genelinde Dublörün Dilemması sevdiriyor kendini, hem de çok.

Tabi sadece bu karakterlerle kalmıyor kitap. Her biri enteresan ismiyle müsemma karakterler boy gösteriyor kitapta (Yazarın diğer kitabında da böyle): Kimya öğretmeni Rezzan Baltazar, gangsterler Mestan Metis, Haydar Baydar; Su Samaz, Başak Tör...
Karakterler demişken Nuh Tufan'ın ev sahibi hazin hayat hikayesiyle "pudra şekeri" Taliha Teyze'yi de anmadan geçmeyelim.

Bir benzerini okumadım, yani özgün, sıradışı bir anlatımı var kitabın dolayısıyla yazarın. Yazarın ikinci romanı Korkma Ben Varım'ı da okuduğum için bunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Murat Menteş, kesinlikle yazmalı. Bugün kitabı çıksa, hemen gidip alırım, internetten siparişi de beklemem, o derece.

Murat Menteş kitaplarında gevşetici bir ilaç etkisi var. Okuru rahatlatıyor, güldürüyor, mutlu ediyor. Az şey mi bu? (Reklam gibi oldu, olsun, ne şişirilmiş kitaplar var okuyunca boş olduğunu anlıyorsunuz. Benim naçizane reklamımdan bir şey olmaz :-))

Gelelim yayınevine. Menteş kitaplarını basmakla çok isabetli bir iş yapmışlar, tebrik ediyorum kendilerini. Kitap kapağıysa ayrı bir güzel. Kapak için poz veren modellerimiz! Ah Muhsin Ünlü, Gökdemir İhsan Gürsoy ve sevgili Alper Canıgüz. Bu isimler, Menteş'le birlikte aralarında Murat Uyurkulak gibi başarılı isimlerin olduğu "Afili Filintalar" adlı bir site de yapmışlar.

Menteş, pek çok alıntılama yapmış, okurlara referans isimler göstermiş ki okur merak etsin, öğrensin. Hele kitabın başına yerleştirdiği Cüneyt Arkın repliği müthiş:
"Canımın içi, böyle şeyler yalnızca romanlarda olur"... Öyle de olmuş hani.

Kitap hakkında pek çok yorum okudum. Genel itibariyle çok sevilen bir kitap ama bir-iki yorum gözden kaçmadı, Menteş'in kitabın yarısında laf kalabalığı yaptığını, böylece daha az sayfa sayısıyla bitebilecek bir kitabı çok uzattığını söylemiş bir okur. Şahsen bu fikre katılmıyorum. Tüm o esprili anlatımın içinde bilmediğim enteresan şeyleri öğrendim ki bu okuma eyleminden gerçek anlamda keyif alan, haz duyan okurlar için bir nimet. Ne demiş Menteş:
"Kelimeler nimettir, nimetle oyun olmaz." Sen çok yaşa emi!

Alper Canıgüz'le ortak bir çalışma yapacaklarını okuduğumda çok sevinmiştim ama hala beklemedeyiz, elinizi çabuk tutun sevgili yazarlar.

Güzelim kitabın heba olmasından korkmasam -örnekleri bolca mevcuttur- filmi de çekilsin diyeceğim.

İletişim Yayınları, basım yılı 2009 (ilk basım 2005), 263 syf.


Perşembe, Nisan 21, 2011

ZAMANYA

Yiğit Kulabaş

Enteresan bir ilk kitap Zamanya. Hani Tanpınar'ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü okumamış olsaydım, çok hoşuma gidebilirdi belki. Ama Tanpınar'ı da Zamanya'yı da okudum ve Zamanya onun çok gerisinde kaldı. Konu ve anlatım yeterince özgün olmadığı için -fikrimce- pek keyif alarak okumadım kitabı.

Kitap, zaman felsefesi yapan, aforizmalarla dolu fantastik bir roman. Hikayesi de aynı evi paylaşan Kerim ile Selim'in bir gününü anlatıyor.

Kerim yirmi dört yaşında, zamanın kıymetini bilen ve beş saatlik uykuyla yetinen, hayatta tek gayesi mutlu bir hayat olan biri. Ev arkadaşı Selim ise kendi halinde bir şirket çalışanı ve olayların geçtiği o bir günlük dilim, Selim'in yirmi sekiz yaşına girdiği gün. Kitap, kısa bölümler halinde bir Kerim'in hikayesi bir Selim'in hikayesi şeklinde ilerliyor. Kerim'in olduğu bölümlerde anlatıcı Kerim iken Selim'in hikayesi üçüncü tekil şahıs ağzından anlatılıyor.

Şimdi buyuralım Zamanya'ya, zaman diyarına... Kerim iş başvurusu için bir CV hazırlar ama kendisini tanıtmak için klişelerin dışına çıkar ve CV'sine "zamanı ve hayatı seven", "sadece mutlu ve huzurlu olmayı hedefleyen" gibi enteresan maddeler ekler. Bu özellikleri ulusal ve gizli bir şirket olan Zaman şirketinin dikkatini çeker ve Kerim mülakat için sabahın beşinde evinden alınır. Bindiği vosvos bir köprünün üzerinde -kırmızı köprü- durur. Arabadan indiğinde şirket çalışanı Lara ile tanışır. Bu arada buluştukları köprü şu meşhur, San Francisco'daki Golden Gate köprüsüdür. İstanbul'dan San Francisco'ya mülakat için ışık hızında varış bir günlük yolculuğun sadece ilk durağı. Kerim "kafa avcısı" Lara'nın mihmandarlığında ülkeler arası bir yolculuğa çıkar, topu topu yarım günlük bir süreçte. Bir Rio'da bulur kendini bir Jamaika'da, Kahire'de, Buenos Aires'de, Venedik'te, Cape Town'da, Greenwich'de, Roma'da...

Zaman adlı şirketin ürünü zaman ve çalışanına vaadettiği de daha fazla zaman, bir nevi ölümsüzlük. Yani şirkette çalışmaya başladığın andan itibaren kaç yaşındaysan hep o yaşta olacaksın. Oldu ki şirketten ayrılmaya karar verdin, şirkette çalıştığın günler hesabına eklenecek ve o kadar gün ekstra yaşayacaksın ama ölümsüz olmayacaksın. Şirket "her şey zaman, her yer zaman, her zaman zaman" felsefesi üzerine kurulmuş, köklü bir şirket. Dünyaya pazarlanmak üzere dakika, saat, hafta, takvim, para, müzik gibi ürünler geliştiren şirketin daha fazla büyüyebilmek için yeni bir projesi vardır: Büyük Gece Projesi. Kerim de bu projenin uyku bölümünde bir uyku çeşidi olan siesta'yı, pilot bölge seçilen Barcelona'da incelemek üzere işe alınacaktır, tabi mülakatı geçip -kıtalar arası yolculuk- görevi kabul ederse.

Lara'dan hariç gittiği/ışınlandığı tüm ülkelerde bir başka rehberi oluyor Kerim'in. Ve her biri kendi hikayesini, şirketteki görevini anlatıyor ona. Kerim kiminde rehberi eşliğinde rüyaları izliyor (bundan hiç hoşlanmıyor ama), kiminde rüyaya müdahil oluyor yani rüyanın içine giriyor ( tabi rüyaya girebilmek için rüyayı gören kişinin yattığı yerde bir saat olması gerekiyor) . Zaten bu rüyalara girmenin amacı, insana rüyasında bile saati ve zamanı hatırlatmak. Aslında şirketin gerçekleştirmek istediği asıl gaye, uykuyu ortadan kaldırmak ve böylece zamandan tam anlamıyla yararlanabilmek. Şirketin bir de "insan projesi" vardır ki burada kollarına kodlar yazılan yeni doğmuş bebekler aile kavramını bilmeden belli bir yaşa kadar yetiştirilir. Her yeni bebek, dünyaya kazandırılan yeni saniyeler, dakikalar, saatlerdir.

Kerim'in ev arkadaşı Selim'e gelince: Altlarıyla ve üstleriyle çalıştığı şirkette monoton bir iş yaşamı sürdürmektedir. Şirkete yeni gelen genel müdürün on dakikalık görüşme için kendisini saatlerce bekletmesi, böylece özellikle doğumgününde vaktinden çalmış olması ( şirkette herkesin zamanının değeri kıdeme göre derecelendirildiği yani çaycının bir saatinin müdürün bir dakikası, Selim'in bir saatinin müdürün on dakikası olması gibi) ve hazzetmediği müdürden aldığı bir darbe daha ( Ona "Hayatta hedefin nedir?" diye sormuştu.) şirketten istifa etme isteği doğurur zihninde. Sorunun cevabını düşünür ve bulamaz. İstifa ettikten sonra ilk iş Kerim'le çıkılacak bir tatildir planına göre. Ve tatildeyken geleceğini şekillendirmeyi düşünür. Doğumgünü kutlaması nedeniyle toplandıkları yerde sevgilisi Arya'yla paylaşır düşüncelerini ama kendini keşfedeceği bu yolculuğa Kerim'le gitmek istediğini söylemez ona.

Kerim'e dönersek; Zamanya'nın yıllık büyük toplantısının yapılacağı yere gelir Lara'yla birlikte. Tam bir karnaval yeridir burası. Toplantı sonrası her ne kadar Lara'dan ayrılmak istemese de -âşık olmuşlardır birbirlerine- teklifi kabul etmediğini ve İstanbul'a geri dönmek istediğini söyler.
Döner mi, dönmez mi söylemeliyim ama cepte iki tam gün vardır kazanç olarak...

Başa dönelim ve enteresan diyelim Zamanya için. Bir iş mülakat romanı tam anlamıyla.
Yazar, ikinci kitabı "Saatsiz Ülke" de yine zaman mefhumunu işlemiş araştırmama göre ama henüz onu okumadım.

Yiğit Kulabaş, dünya çapında büyük bir şirketin global pazarlamasında görevliymiş. Zaten pazarlamanın binbir çeşit yöntemini anlatan bir kitap yazmış ve kitapta geçen yerlerde de bulunmuş. Yani bilgi ve birikimini hayal gücü ve fantastik kurguyla harmanlayıp çocukluğundan beri sevdiği işi yaparak yani yazarak okurlarla paylaşmış.

"Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında" demiş ya şair Tanpınar, "her şey zaman, her yer zaman, her zaman zaman" demiş Yiğit Kulabaş da romanında.
Ah zaman ah... Daha nice şaire, yazara ilham kaynağı olacaksın, felsefecileri de unutmayalım bu arada...

YFK Yayınları, basım yılı 2006, 305 syf.

Cuma, Aralık 03, 2010


UZUNHARMANLAR'da BİR DAVETSİZ MİSAFİR

Sezgin Kaymaz

Sezgin Kaymaz külliyatının ilk kitabı ve üstelik yazarını arayan bir kitapmış bu kitap. Şöyleki yazarın yazıp evinde beklettiği bu kitabı bir arkadaşı okumak için ödünç alır ve yayınevine götürür. Yayınevi kitabı basmaya karar verir ama ortada yazar yoktur. Kitabı yayınevine götüren arkadaş da ortada olmayınca yayınevi çok satan bir gazeteye "Yazar Aranıyor" diye ilan verir.

Böylece Sezgin Kaymaz edebiyat dünyasına adım atar. Henüz öğrendiğim bu enteresan başlangıç hikayesi "iyi ki" dedirtti bana, "iyi ki Sezgin Kaymaz yayınlatmış kitabını ve iyi ki Türk edebiyatında böyle bir yazar var". Sezgin Kaymaz'ın şöyle bir özelliği var ki yazarın bir kitabını okuyan ikinciyi, ikinciyi okuyan üçüncüyü merak ediyor. Ben beşinciyi yeni bitirmiş bir okur olarak altıncıyı çok merak ediyorum mesela. Her kitabı fantastik öğeler içeren yazar günlük konuşma diliyle yazdığı için kitapları da bir çırpıda okunuyor üstelik.

Bakalım bu kitapta nasıl bir fantastik kurguyla okura keyifli saatler yaşatıyor Sezgin Kaymaz?

Kitabın baş kişisi Musa, Uzunharmanlar mahallesinde bir bekar evi kiralar. Ama daha ilk gecesinde kendi kendine ışıkların yanıp söndüğü gaipten seslerin geldiği ev, Musa'nın canını sıkar ve evi kiraladığı Beyabi'ye evdeki ilk gecesini anlatır. Beyabi evi temizleyip veremediğinden dertlenedursun, Musa aksine evin pırıl pırıl olduğunu, buzdolabının tıka basa dolu olduğunu, eve onun için bırakılan pantolonla gömleği de giydiğini söyler. Musa'nın sözleriyle iyice afallayan Beyabi evi derleyip toplayanın, yemekleri pişirenin Aspendos adında bir kadın olduğunu söyler ve Musa'yı uğurlar. Musa'nın gidişinin ardından tüm çarşı esnafına Musa'nın çarşıya geleceği haberini uçurur, Aspendos'un yaptıklarına ilave.

Musa çarşı esnafından bakkala gider evvela. Tanışma faslından sonra bakkal Beyabi'nin kiraladığı evde kimsenin bir aydan fazla oturmadığını, her gelenin kaçarcasına gittiğini ve Beyabi'nin de eve giremediğini öğrenir. Bakkaldan sonra soluğu araba tamircisi Kirkor Usta'nın yanında alır. Ardından taksici Sabri'yle görüşür ve eve döner ama ev bıraktığı gibi değildir; etraf toparlanmıştır ve yatağın üzerinde de açık bırakılmış bir kitap vardır. Musa burnundan soluyarak Beyabi'ye gider ve gördüklerini anlatır. Ve neticede Beyabi dışarıdan eve kimsenin girmediğini söyler Musa'nın kendisinden başka. Musa'dan önceki kiracıların da Aspendos yüzünden kaçtıklarını söyler.

Korksa da evine geri dönen Musa, mutfağa girer ve masada iki çay bardağı, sedirin üzerinde kültablası ve içinde de yarısı içilmiş, dumanı hala tüten filtresi rujlu sigarayı görünce deli gibi fırlayıp diğer odalara bakar, mutfağa geri döndüğünde ise çayın altının yakıldığını ve tepsiye şekerliğin konduğunu görür. Bunun üzerine "çık ortaya" diye bağırmaya başlar ama yan komşudan gelen sesi gaipten zannedince düşer bayılır. Gözlerini açtığındaysa karyolasında uzanmaktadır, alnında da sirkeli bez...

"Ayıldın mı koçum?" ... İşte Musa ve mahallelinin koyduğu adıyla Aspendos'un tanışma sahnesi. Musa sorar, Aspendos cevaplar ya da gerçek adıyla Leyla. Arada gırgır şamata, arada harala gürele Leyla'nın bol okkalı küfürleriyle geçen sohbetlerden sonra cevabını bekleyen bir soru çıkar ortaya: Uzunharmanlar'da, Ruşen Sokak 14 numarada kim ev sahibi, kim misafir?

Musa, aklındaki tüm sorulara Leyla'nın verdiği cevaplara inanacak bir süre. Ve ardından tüm mahalleli Leyla'nın cevaplarının yetersizliğine ikna edecek Musa'yı. Uzunharmanlar'a geldikten sonra Ankara'da deniz kenarında çay içtiğini söyleyen Musa, başta Erzurumlu Teyze mahalle sakinlerinin açıklamaları ve yardımlarıyla uyanacak ama hangi uykudan?

Uzunharmanlar bir nevi durak/araf. Uzunharmanlar'da Bir Davetsiz Misafir ise pek keyifli bir Sezgin Kaymaz kitabı. Uzunharmanlar durağında ana karakter Musa ile beklerken zaman su gibi akıp geçiyor, yerli yersiz gülüyor, felsefe deryasına dalıyorsunuz arada. Şimdi ben, "Şöyle keyifli, sürükleyici bir kitabın var mı?" diyene, "Sezgin Kaymaz'la tanışmış mıydın?" diyorum,
Alper Canıgüz'ü de es geçmiyorum tabi.

İletişim Yayınları, basım yılı 2007 (ilk basım 1997), 274 syf.


Perşembe, Eylül 16, 2010


İSTANBUL HATIRASI

Ahmet Ümit

Son Ahmet Ümit okumamın üzerinden bir yıl geçmiş (Beyoğlu Rapsodisi), yazarın yeni çıkan kitabıyla aradan geçen uzun zamanı telafi etmeye karar verişim, tv'de yazarın kitapta bahsi geçen şehrin tarihi yerlerine okurlarla birlikte çıktığı gezi haberiyle oldu. Bilmiyorum daha önce böyle bir etkinlik düzenlenmiş miydi ülkemizde ama bu fikri ilk kim düşünmüşse iyi etmiş, her ne kadar o gezi kafilesinin içinde yer alamasam da bayıldım bu etkinliğe.
İstanbul Hatırası'nda yine bildiğimiz taife var: Başkomiser Nevzat, yardımcıları Zeynep ve Ali. Ama bu kez daha zorlu bir bulmacanın içindeler. İstanbul'un yedi tarihi mekanına bırakılan elleri bağlı, avuçlarında yedi hükümdarın dönemine ait sikkeler bulunan yedi ceset. Ve kurbanlarla bir şekilde ilişkileri olan muhtemel katil ya da katiller listesi: Topkapı Müzesi müdiresi Leyla Barkın, İstanbulu Savunma Derneği (İSD) kurucusu ve Leyla Barkın'ın sevgilisi Namık, turizmci işadamı Adem Yezdan, kurbanlardan birinin müstakbel damadı muhafazakar Ömer...
İlk kurban Sarayburnu'nda Atatürk Heykeli'nin dibine bırakılmış halde bulunur. Kurban boğazı kesilerek öldürülmüş, kurbanın kolları yukarı kaldırılmış, elleri bağlanmış ve avucuna antik bir para bırakılmıştır. Kurban Necdet Denizel adında sanat tarihçisi ve arkeologtur. Komiser Nevzat ve ekibi maktülün eski eşi müze müdürü Leyla Barkın ve sevgilisi Namık'ı sorguya çekerler ve ikili şüpheli listesinin başında yer alır. İkinci kurban Çemberlitaş Sütunu'nun dibinde bulunur, şehir planlamacısı Mukadder Kınacı. İki kurbanın da ortak noktası turizmci işadamı Adem Yezdan için çalışmış olmalarıdır ve böylece şüpheliler listesine bir isim daha eklenir: Adem Yezdan. İkinci kurbanın pek sevmediği damat adayı muhafazakar Ömer de Komiser Nevzat'ın maktulün ailesinin evine gittiğinde listede yerini alır. Üçüncü kurban Şadan Duruca adlı bir gazetecidir ve ceset Yedikule'de Altın Kapı'nın girişinde bulunur. Dördüncü kurban mimar Teoman Akkan olur ve onu da Ayasofya civarında bulurlar. Beşinci kurban ise Fatih Cami'sinde bir musalla taşının üzerinde bulunan Belediye Eski Başkan Yardımcısı Fazlı Gümüş olur. Altıncı kurban Süleymaniye Cami civarında terk edilmiş bir minibüsün içinde bulunan avukat Hakan Yamalı'dır. Komiser Nevzat'ın sıradaki kurbanı tahmin etmesi uzun sürmez ve önceleri şüpheliler listesinde yer alan turizmci işadamı Adem Yezdan'ın peşine düşer. Onu bulmak için gittiği şirkette Adem Yezdan'ın odasında kendisine hiç de yabancı gelmeyen bir kartvizit bulur ve Adem Yezdan'ın o gün için kartvizitteki isimle bir randevusu olduğunu öğrenir. Katil ya da katillerin Adem Yezdan'ı bırakacakları yeri bulur ve oraya gider. Cesedi ilk kurbanın bırakıldığı yerde, Atatürk Heykeli'nin dibinde bulur ama...

Tüm bu cinayet, sorgu, şüpheliler arasında mekik dokurken Komiser Nevzat, Evgenia'yı da unutmuyor. Babadan kalma meyhanesini işleten Rum sevgili Evgenia. Ve çocukluk arkadaşları Yekta ile Demir. Üç arkadaşın ortak noktasıysa bir kadın: Handan. Üçü de Handan'ı sevmiş ama bunu dile getiren ve onunla evlenen Yekta olmuş. Ne acıdır ki Handan ve oğlu çöken bir duvarın altında kalıyor ve bu ölüm yıllar önce yolları ayrılan iki arkadaşı; Yektâ ve Demir'i bir araya getiriyor...

Yedi tarihi mekana bırakılan yedi ceset...Kurbanların avuçlarına bırakılan sikkeler tarihe gönderme yapıyor. Birbirleriyle bağlantı içinde olan kurbanların bir ortak noktası da İstanbul. Katil (ya da katiller) içinse yedi kurban da İstanbul'un katilleri.
Cinayetler, İstanbul'un doğal ve tarihi güzelliğini korumaya çalışan birilerinin elinden mi çıkıyor yoksa tüm bu karmaşaya sebep kötü bir ödeşme olabilir mi?

Ahmet Ümit, bu sefer okuru elinden tutmuş, ona İstanbul'u gezdirmiş, İstanbul'un tarihini anlatmış. Tarihi seven bir okur olarak iyi de etmiş diyorum ama kitap biraz fazla uzun tutulmuş bunu da belirtmek gerek. Yazar, dramatik bir finalle tüm karmaşanın içinden çıkmış. İstanbul'un tarihinde çok fazla detaya girmek yerine olaylara biraz daha çetrefilli yaklaşsa, ya da okuru daha fazla şaşırtsa diyelim tadından yenmez bir Ahmet Ümit polisiyesi olurdu, bu demek değil ki vasat bir kitaptı, hayır gayet başarılıydı ama yazardan usta işi bir kurgu beklemeye devam edeceğim, Ahmet Ümit bunu yapabilir.

Everest Yayınları kitaba gereken özeni göstermiş, teşekkürler. Umarım ne okura ne de yazara saygı gösteren popüler bazı yayınevlerine örnek olur. Bu yazı işinde yazarın da okurun da emeği var ve lütfen emeğe saygı...

Everest Yayınları, basım yılı 2010, 561 syf.

Çarşamba, Haziran 02, 2010


ÖYKÜMÜ KİM ANLATACAK

Şebnem İşigüzel

Yakın zaman önce tanıştığım yeni bir kalem benim için Şebnem İşigüzel. Sarmaşık'la başlayan (çok başarılı bulduğum ve geç tanıştığıma hayıflandığım müsebbip kitap) okumalarım, Öykümü Kim Anlatacak ve hali hazırda yarıladığım Eski Dostum Kertenkele kitaplarıyla devam etti/ediyor.

Şebnem İşigüzel üç kitabın bu bünyede bıraktığı intibayla söyleyecek olursak oldukça cesur bir kalem. Okuru şaşırtacak kadar, hatta ağzını açık bırakacak ölçüde cesur. Roman ve hikayeleri konu açısından çok renkli, kurgular sağlam, anlatım samimi, başarılı ama yineleyeceğim gibi rahatsız eden açık sözlülüğü gözardı edilemiyor -tarafımdan- malesef. Edebi bir eserin içine insan doğasının gerçeklerini yerleştirirken kalem bir yerden sonra ilerlememeli fikrimce. Bu demek değil ki her sanat eserinde ya da mevzumuz olan edebi metinde Shakespeare şiirselliği olması gerek. Küfür ya da argo barındıran bir eser dahi gayet yalın bir biçimde müstehcen ifadelerin yer aldığı bir eserden daha gerçek gelir bana. Popüler yazarlarımızdan bazıları sınır tanımayan müstehcen ifadeleriyle bu bünyede bir şok etkisi yaratmıştı, Şebnem İşigüzel de bu kitabında yer alan kimi ifadeleriyle bir şok dalgası yarattı bu bünyede.

Yazar, söz konusu kitabını yirmi bir yaşında yazmış. Henüz, çokça işittiğim Hanene Ay Doğacak'ı okumadım ama kopardığı fırtınaya bakacak olursak sınırları olmayan bir yazar diyebiliriz kendisi için. Şebnem İşigüzel'in sınırsızlığını sevmedim ama Sarmaşık'taki konu, kurgu, karakter seçimine bayıldım.

Öykümü Kim Anlatacak'ta sekiz hikaye yer alıyor. Yazarın cesur kalemiyle tanışmak için yeterli ama keyifli bir Şebnem İşigüzel okuması için yetersiz.

Everest Yayınları, basım yılı 2001, 114 syf.

Perşembe, Mart 25, 2010


GİZLİAJANS

Alper Canıgüz

Borges ve Kemalettin Tuğcu'nun aynı kişi olmasından daha korkunç bir gerçek ne olabilir, uzaylıların dünyayı istila etmesi mi? Yoksa âşık olduğun kızın bir uzaylı olduğunu öğrenmen mi? Talihsiz karakterimiz Musa için cevap:hepsi.

Dünyanın şahsına kurulmuş koca bir komplo olduğunu düşünen işsiz reklam metni yazarı kahramanımız Musa, eski askerlik arkadaşı şimdiki ev arkadaşı Şaban'la kendi hallerinde yaşamaktadır. Bir akşam telefonları çalar ve arayan kişi Musa Bey'le görüşmek istediğini söyler. Musa, Gizliajans adında bir reklam ajansında metin yazarlığı yapması için teklif alır.

İş başvurusunda bulunmamasına rağmen aldığı bu tuhaf teklifi görüşmek üzere ertesi gün verilen adrese gider. "En az sayıda müşteriye en kaliteli hizmeti vermek"felsefesiyle çalışan ajansın sadece bir müşterisi vardır. Görüşmeye gittiğinde odada ayağında sandaletleriyle Tunçay Bey, gözleri devamlı yaşlı olan Gürcan Bey ve Şeytan Bey vardır. Asıl patron sahibinin kendi yerine vekil ettiği Şeytan Bey adlı bir kedidir. Bu tuhaf üçlüyle yapılan görüşme sonrasında Musa işi kabul eder ve ajansta çalışmaya başlar.

Musa eve döndüğünde üst kat komşusu Müberra Abla ziyaretlerine gelir ve apartmanın çatı katını kiralayanlardan dert yanmaya başlar. Çatı katı "Samanyolu Mutluluk Okulu" adı altında bir iş yeridir.

Bu arada Musa, Gizliajans'ta karşı masasında oturan sanat yönetmeni Sanem'den ilk görüşte hoşlanmıştır. Ve bir gün Musa, Sanem ve çaycı Ercan öğle yemeği için kafeye giderler ve yemek sohbeti sırasında Musa, GizliAjans'la ilgili pek çok şey öğrenir ikisinden. Bir yıl önce dağ tırmanışı sırasında ölen milyarder Barbaros Albatros, tüm mallarını satıp parasını kurduğu Albatros Vakfı'na bırakmıştır ve Gizliajans da bu vakfın reklam işlerini yürütmektedir görünüşte. Ama Musa'nın öğrendiklerinden, vakfın tanıtım harcaması bahanesiyle parayı ajans üzerinden başka bir hesaba aktardığını anlaması da uzun sürmez. Bu arada yönetim kurulu başkanlığı koltuğunda oturan kedi Şeytan Bey'e vekalet eden kişi Tunçay Bey'dir. Ölen milyarderin dul eşinin paradan yararlanabilmesi için kedinin ölmesi gerekmektedir. Ve aynı gün çok önemli bir şeyi daha öğrenir Musa, Gizliajans'ın reklamını yaptığı tek müşterisi "Samanyolu Mutluluk Okulu"dur, yani çatı katındaki istenmeyen kiracılar.Musa o gece eve döndüğünde bir misafirleri vardır: Çatı katını kiralayan kursun müdürü Savuray Bey, iki arkadaşı çatıda düzenleyecekleri partiye davet etmek ve kursun broşünü vermek için gelmiştir.

Ertesi gün Musa, iş yerindeyken Gürcan Bey'den bir elektronik posta alır. Mesajda Gürcan Bey, Musa'dan yemek arasında evine gelmesini istemektedir. Musa verilen adrese gittiğinde pencereden bir şeyin fırladığını görür. Yolda yatan ceset, Gürcan Bey'e aittir. Ve aynı sırada Musa, Gürcan Bey'in apartmanından Gizliajans'ın güzel sekreteri Mehtap Hanım'ın çıktığını görür. Gürcan Bey'in ölümü sebebiyle şirket birkaç günlük bir tatile girer.

Musa girdiği bir börekçide kahvaltısını ederken yanına isminin Fezai Aydıntürk olduğunu söyleyen bir adam gelir. Adam kendisinin özel araştırmacı olduğunu söyleyerek Musa'ya Gürcan Bey'in ölümü hakkında bazı sorular sorar ve kartını bırakarak oradan ayrılır.

Bu arada Samanyolu Mutluluk Okulu'nun vereceği parti günü gelir. Partiye Musa ve ev arkadaşı Şaban'la birlikte komşuları Müberra Abla da davetlidir. Parti gecesi Gizliajans'ın güzel sekreteri Sevilay, Musa'ya ne olursa olsun pazartesi günü işe gelmemesini ve Gizliajans'ta yaşadığı her şeyi unutması gerektiğini söyler. O gece içkiyi fazla kaçıran Musa, terasta uyuyakalır ve sabah olup dairesine geldiğinde kapıyı açık bulur. İçeri girdiğinde Şaban'ın odasının dağıtılmış olduğunu görür. Ayrıca odada Gizliajans'ta bir benzerini gördüğü tuhaf bir alet de vardır. Musa, Şaban'a ulaşmaya çalışır. Ulaşamayınca Gizliajans'a gider ama reklam ajansının yerinde yeller estiğini görür. Ajans içeride ne var ne yok boşaltılmış ve kapatılmıştır. Musa doğruca bir internet kafeye gider ve Gizliajans'ta kendisinden önce çalışan metin yazarı Sezyum'un sitesine girer. Burada bazı şifreler görür. Ardından kendisine kartını bırakan özel araştırmacı Fezai Aydıntürk'ü arar ve ona başına gelenleri anlatır. Fezai Aydıntürk de onu Gizliajans'ı paravan olarak kullanan Albatros Vakfı'nın kurucusu Barbaros Albotros'un dul eşinin evine götürür.

Musa, Durnev Hanım'dan, Gizliajans çalışanlarının, asıl amaçları dünyayı daha verimli bir sömürge haline getirebilecek kadar geliştirmek isteyen bir grup uzaylı olduklarını öğrenir. Durumun tüm absürdlüğüne ve inanılmazlığına rağmen ortada kayıp olan bir sevgiliyle (Sanem) bir ev arkadaşı (Şaban) vardır ve onları bulabilmesi için Fezai Aydıntürk'e ve Durnev Hanım'a inanmak durumundadır. Musa Sanem'in de bir uzaylı olduğu acı gerçeği(!) ile yüzleşmek durumunda kalır ama duyacakları bunlarla sınırlı değildir. Ev arkadaşı o mülayim, halim selim, dini bütün Şaban da Dünya Savunma Örgütü'nün ajanıdır. Ve Gizliajans'tan kendisine teklif gelmesinin, Mutluluk Okulu'nun kendi binalarının çatısına kurulmasının da tamamen uzaylıların ev arkadaşı Şaban'a daha yakın olabilmek ve onu izleyebilmek için kurdukları planın bir parçası olduğunu öğrenir. Bundan sonrası da Sezyum'dan aldığı şifrelerle Mutluluk Okulu broşürünü tekrar okumak ve çıkan adrese Fezai Aydıntürk'le gidip dünyayı uzaylıların istilasından kurtarmak olacaktır. Ne var ki adrese gittiklerinde yakalanırlar, Şaban ve Sezyum'un yanına kapatılırlar. Bir kurtarıcıları olur: Müberra Abla...

Biz, "Müberra Abla, sen de nereden çıktın?" derken, bir de Musa'nın gerçek yüzünü öğrendiği ve aşkına karşılık vermeyen Sanem yüzünden intiharı çıkar karşımıza. Neticede Musa kurtulur, evine döndüğünde Fezai Aydıntürk imzalı bir mektup alır. Her şeyi açıklayan bir mektup...

Dünya uzaylıların işgaline mi uğradı? Yoksa her şey Musa'nın şahsına karşı kurulmuş bir komplo muydu ya da uyanık bir milyarderin paracıklarını karısına kaptırmamak için yaptığı düzmece bir plan mı?

Alper Canıgüz esprili anlatımıyla keyifli bir okuma yaşatıyor okura, bu doğru. Ama her şeyin koca bir yalandan ibaret olduğunu en sonunda bir mektupla öğrenmesi yerine kahramanımız Musa, gerçeği kendisi bulup ortaya çıkarsaydı daha başarılı bir final olurdu fikrimce ve belki de kitap, yazarın diğer iki kitabıyla kıyaslandığında son sırada yer almazdı. Kapak resmini de unutmayalım, oldukça dikkat çekici.

Son olarak, ortak bir röportajlarında okuduğuma göre Alper Canıgüz ve Murat Menteş'in aynı hikayeyi iki ayrı üslupta yazma projeleri varmış ki umarım yakın zamanda hayata geçer. Merakla bekliyorum.


İletişim Yayınları, basım yılı 2008, 204 syf.

Pazar, Ocak 31, 2010


GEBER ANNE!..

Sezgin Kaymaz

Kitap için çok acımasız bir ad, değil mi? Ama yazar, kurgusunu tümüyle ifade edecek başka bir ad -belki daha az acımasız- kullanabilir miydi ya da yazarın seçenekleri arasında başka adaylar var mıydı bilemediğimden vurucu bir adla diyelim, Sezgin Kaymaz okuru,okuyucularının aşina olduğu enteresan hayal dünyasına, fantastik bir boyuta kaydıracağını bu iki kelimeyle baştan hissettiriyor. Nitekim öyle de oluyor, daha ilk sayfada oğlunu öperek uyandıran bir anneyle karşılıyor bizi yazar. "O anne bu anne mi acaba?" derken ilk merak yerleşiyor zihnimize.
O zaman diğer sayfalara da şöyle bir bakalım ve bulalım muhatabı kim bu öfkenin?

İsmailoğlu ailesinin evinde açıyoruz gözümüzü. Melek İsmailoğlu küçük oğlu Tayfun'u on yedi yaşına basacağı günün sabahı öperek uyandırır ve anne-oğul birlikte kahvaltı ederler.
Ardından arkadaşlarının kendisi için hazırladığı partiye gimek için evden ayrılır ve akşama ailesiyle birlikte Çin lokantasında yenecek yemeğe yetişeceğini söyleyerek evden ayrılır. Arkadaşlarıyla birlikte gittiği evde beklediği doğum günü kutlamasını bulamaz. Karşısında kendisinden sınırsız ilgi bekleyen ve her türlü paylaşıma açık arkadaşı Ebru'nun cüretkâr kollarını bulur. Arkadaşları ve Ebru'nun oyunundan kaçıp kurtulur ve böyle bir duruma düştüğü için bir an önce eve gidip biricik Melek Anne'sinin kollarında soluklanmak ister. Eve geldiğinde köpekleri Sarı'nın bahçeye bırakıldığını ve kapının da kapalı olduğunu görür. Eve girer ve seslendiği annesinden karşılık bulamaz ama misafir odasından gelen ses üzerine tekrar annesine seslenir ve odaya girer. Gördüğü manzara kaderini değiştirecek olayların başlangıç sebebi olur. Dolaba gizlenmiş bir adam, dolabın içine çekilen bir pantolon ve yerdeki yeşil erkek çorabı. Ve bumm: "Geber Anne!".

Tayfun'un kurallarını annesinin koyduğu ve sadece ikisinin bildiği "Yuvarlak Masa Oyunu" devreye sokulur, yine Tayfun tarafından ama bu sefer annesine karşı. Annesine kayıtsız kalacak, sessizliğini koruyacak ve böylece ondan intikam alacaktır. Gördüğü manzara sonrası evden kaçarcasına ayrılır ama sonra geri döner ve oyununa başlar. Akşam olur, babası, ağabeyi Tufan ve annesiyle birlikte Çin lokantasında yenen yemek ardından evde hediye verme faslı başlar. Annesi hediyesini en sona bırakır ve Tayfun'un tam gece yarısı olan doğum saatinde hediyesini açmasını ister. Tayfun yine kol saati olduğunu tahmin ettiği hediyesini açar ve evet annesi yine saat almıştır ona. Ve bamm: Bir silah sesi ve annesi kendisini vurmuştur. Melek İsmailoğlu oğlunun doğum gününde ölür.

Aradan yıllar geçer tam on yedi yıl.. Yetiştirme yurdu müdürü İhsan Bey, bir diğer yurda aktarılacak çocuklardan Kerem'e gözü gibi bakması için meslektaşı Hasan Çokar'a methiye dizilmiş bir dosya gönderir. Ve bu büyülü çocuk yeni yurda teşrif eder. Daha kendisini yurda getiren otobüsten iner inmez herkesin hayranlığını kazanan bu çocuk nasıl bir şeydir öyle? Kız desen değil, erkek desen böyle güzel erkek mi olur, o uzun sarı saçlar, o alev dudaklar, o hâl o tavır insan mı bu "estağfurullah" melek mi peygamber mi? Hele o çevresini kuşatan ışık... Işık çocuk Kerem... Kerem yurda gelişinden bir süre sonra gitmeye karar verir, elini kolunu sallayarak ve kimse karşı koyamaz ona.

Annesinin intiharından sonra tüm hıncını babası ve ağabeyinden çıkaran Tayfun, yıllar sonra da aynı yerde yaşamaktadır ama evi yıktırıp yerine yeni bir ev yaptırmıştır. Evde köpeği Çomar'la birlikte yaşamaktadır. Ve bir gece evine giren hırsızı yakalar ve ardından bu küçük hırsızla yaşamaya başlar. Tayfun da onu gören herkesin çekimine kapıldığı gibi kapılmıştır büyüsüne küçük hırsızın, "ışık çocuk" Kerem'in.

Kerem'in yurttan ayrılışının ardından İhsan Bey ve Hasan Çokar, Kerem'i aramaya koyulur ve Kerem'in henüz yeni doğmuşken bulunduğu mezarlıktan alınıp götürüldüğü yurdun emekli müdürünü bulurlar ve ardından o mezarlığın bekçisini. Bekçinin söylediği akla sığmayan ama şüphe de uyandıran sözler üzerine araştırmalarını daha da derinleştirirler ve nihayet İsmailoğlu ailesinin evine doğru yola koyulurlar ama...

Kerem, hiç de yabancı gelmiyor Tayfun'a. Bilhassa sözleri, kural tanımazlığı, kendi kuralları ve iltifatlarıyla. Kerem ve Melek Anne, Melek Anne ve Kerem ve on yedi yıl... Bir ölüm ve bir doğum, hem de Melek Anne'nin mezarında...

Tayfun, Kerem'in "zaman yok, dün yok, bugün yok" gibi felsefi söylemlerini kafasında bir kefeye oturtmaya çalışırken, ağabeyinden yıllar sonra öğrendiği bir gerçek onu bambaşka bir maceraya sürükler. Zamanda geriye dönüş ama madem zaman yok o zaman paralel evrenler diyelim Kerem'in diliyle, Tayfun'un o meşum güne geri döndüğünü ve söylediği sözü (bakınız: kapak ismi) nasıl geri almaya çalıştığını görürüz ama zamana hükmedilir mi, zamanla oyun olur mu orasını da anlatmayalım, okumak isteyenler için sonu söyleyip tadı kaçırmayalım.

"Azrail", "Şeytan" derken bu sefer de "reenkarnasyon" ve "zamanda yolculuk" kavramlarıyla kurgulanmış bir Sezgin Kaymaz okuması gerçekleştirdik. Yine fantastik ve yine "farklı" bir kitap.

Yazara bir "es" vermemek düşüncesindeysem helal olsun yazara. Diğer kitaplar, siz de bekleyin beni, yakında en az birinizi daha eklemeyi düşünüyorum kitaplığıma. Hadi aranızdan birini seçmeye koyulun şimdi...

İletişim Yayınları, basım yılı 2009 (ilk basım: 1998), 365 syf.

Cumartesi, Ocak 30, 2010


OĞULLAR ve RENCİDE RUHLAR

Alper Canıgüz

"Kahkahalarla ağlatan ve hıçkırıklarla güldüren kitapların yazarı" olarak anılmak isteyen... Kitapta yazarı kısaca tanıtan cümlelerin içinden çekip aldığım bu absürd/gerçeğe akırı ifade, yazarın kurgu dünyasını ve yine o dünyanın enteresan karakterlerinin varlık nedenini anlamak adına mühim.

Henüz beş yaşında, kendi ifadesiyle "insanın en olgun çağında" bir çocuk karakter, adı Alper Kamu (çağrışım: Albert Camus / kendisi aynı zamanda "absürdizm" akımının öncülerindenmiş). Memur anne-babanın çocuğu olarak geldiği dünyada, keskin zekası, sivri dili ve "büyümüş de küçülmüş"ün göz alıcı örneği Alper'in, önce çok kısa süren anaokulu macerasını dinleriz kendi dilinden. Kahramanımız ne yapar eder kendisine birkaç beden küçük gelen anaokulu eğitim sisteminden paçayı kurtarır, son söz olarak babanın şöyle okkalı küfürüyle. Alper, okuduğu kitaplar, dinlediği müzikler ve kendine has hayat felsefesiyle sanılmasın ki mahalledeki diğer bitirim arkadaşlarından daha az bitirimdir. Arkadaşları arasında en çok annesinin "sütünü iç, hırkanı giy" tembihlerine harfiyen uyan, birinci sınıfa gidip ödevleri için kendisinden yardım isteyen safça ama temiz kalpli Hakan'ı sevdiğini öğreniriz.

Ve bir gün, mahallenin çocuklarıyla maç yapıp mahallenin serserisi Gazanfer'in hışmına uğradığının akşamı, yemekte babasının Erzurum'a tayininin çıktığını öğrenir kahramanımız. Haberin üzüntüsüyle kendini dışarı atar, apartman girişindeki merdivenlerde alır soluğu. Sokak, emekli emniyet müdürü Hicabi Bey'in evinden yükselen maç gürültüsüyle çınlarken koşar adım bir siluetin çevredeki apartmanlardan birine daldığını görür. Bu arada platonik aşkı komşu kızı Alev Abla da kendisine "Karlar Kraliçesi" masalını anlatmak kabilinde arkadaşlık eder. Tam eve gireceği sırada Hicabi Bey'in camından atılan radyo, tablo, vazo ve bilumum eşyayı ve kırılan camları görünce Alev Abla'sının ikazına rağmen soluğu Hicabi Bey'in evinde alır. Daire kapısı açıktır, ev darmadağınık ve mahallenin delisi Ertan da salonun ortasında durmaktadır. Gözü Hicabi Bey'i arar ve çok geçmeden bıçaklanmış bir halde ölüsüyle karşılaşır. Deli Ertan, kahramanımız Alper ve babası karakola götürülür. Alper, gördüklerini ve bildiklerini anlatır, o akşam koşarak bir apartmana girerken gördüğü ince uzun silüetten de bahseder. Ne ki bu tanım dayağını yediği mahallenin serserisi Gazanfer'e de uymaktadır. Gazanfer karakola alınır.

Yalnız yaşayan babalarının ölüm haberini alan oğulları Rebi ve Şemi de mahalleye teşrif ederler. Hatta Rebi kahramanımızın evine misafir olur. Bu arada anne ve babasının çalıştığı iş yerine giden kahramanımız, burada babasının tayininden sorumlu müdürün kapısını çalar. İstanbul'da kalma planları müdürün insafsız tutumu sayesinde suya düşmüştür, bir süreliğine.

Alper, Hicabi Bey'in cenazesinin ardından dedektifçiliğe soyunur ve katili aramaya karar verir. Her ne kadar Deli Ertan cinayeti işlediğini itiraf etse de Alper olayın peşini bırakmamakta kararlıdır. Alper'in cinayet gecesi gördüğünü söylediği uzun ince silüet tarifine komşuları Erkin ve Koray Abi'ler de uyduğundan polis onları da gözaltına alır. Alper, Erkin ve Koray'ın evine gider ve Koray'ın sevgilisinin anlattıklarından Erkin ve Hicabi Bey arasında bir şeylerin döndüğünü anlar.

Kahramanımız bir yandan polise verdiği eşkâl yüzünden mahallenin serserisi Gazanfer'in öfkesinden kaçarken bir yandan da Hicabi Bey hakkında bilgi toplamaya başlar. Önce Hicabi Bey'in evinde gizlenmiş fotoğraf filmleri bulur ve arkadaşı yardımıyla fotoğrafları bastırır. Gördüğü manzara olayı aydınlatmasına yetecektir ama Hicabi Bey'in bilinmeyenleri bu kadarla kalmayacaktır. Alev Abla ve Erkin Abi ilişkisi, Deli Ertan'ın Hicabi Bey'in evinde oynadığı rol, yine Hicabi Bey'in öldü bilinen karısı, oğulları... Alper tüm bunlarla uğraşırken babasının tayinini iptal ettirmeyi de başarır, şantajla tabi.

Bir de mektup vardır; Alper, Hicabi Bey olayıyla uğraşırken arkadaşı Hakan bir mektup verir ona, öğretmeni mektup yazma ödevi vermiştir çünkü ve o da en sevdiği arkadaşı Alper'i seçmiştir mektup yazmak için. Ne ki Alper mektubu okumayı unutur. Olayları aydınlattıktan ve Hakan'ı epeydir görmediğini fark ettikten sonra arkadaşının evine gider ama ...

"... Seninle acı tatlı pek çok şey yaşadık bir daha hiç görüşemesekte bilmeni isterimki senin gibi bir arkadaşım olduğu için çok mutluyum. Hatta bir keresinde annem o deli çocukla arkadaşlık etmiyeceksin dedi ben yinede seninle arkadaşlık ettim. Seni seven arkadaşın Hakan Tiryaki"...

Tatlı Rüyalar'la girdik Alper Canıgüz'ün mizah dünyasına. Orada biraz rüyalar, biraz bilimsel deneyler ve biraz da aksiyonla karşılaşmıştık. Oğullar ve Rencide Ruhlar'da ise beş yaşında ama kimsenin beş yaşında olduğuna inanamadığı filozof ve dedektifçilik oynamayı seven Alper Kamu'yla tanıştık. Yazar oldukça farklı ve pek başarılı karakter seçimlerine son kitabı Gizliajans'da da devam etmiş. Onda da kendini, dünyayı ele geçirmeye çalışan uzaylıların arasında bulan bir metin yazarıyla karşılaşıyoruz. Gizliajans'ı da okumayı yeni bitirdim. Ve böylece yazarın üç kitaplık külliyatını okumuş, kendilerine kitaplığımda daimi yer vermiş oldum.
Hani şöyle "keyifli bir kitap" okumak istiyorum derseniz, aklınızda bulunsun tanışmadıysanız Alper Canıgüz iyi bir seçim olabilir.

İletişim Yayınları, basım yılı 2004, 204 syf.

Cuma, Ocak 08, 2010

BUNLARIN HEPSİNİ OKUDUN MU?
Mehmet Aycı

Faydalı bir okuma olacağı izlenimi uyandıran adıyla -ki bu sorunun ardından kitapta epey yazar-kitap listesi bulacağınızı düşünebilirsiniz- kitabı, kitapseveri anlatan bir deneme kitabı. Okuma eylemini, okurun eylemi gerçekleştirirken tattığı heyecanı anlatabilecek bir kitapla dingin bir sefere çıkmak istedim lakin umduğumu bulamadım ya da beklentilerime cevap vermedi diyelim.

Yazar ne anlatmış kitapta: Mesela kitap tutkunuysanız hazineye eş kitaplarınızı ödünç verirken iyi düşünün. Kitabın geri dönüşü olmayabilir olsa bile sizin beklediğiniz çabuklukta ve temizlikte olmayabilir. Ki bu gerçek kitapseverler için üzücü bir durumdur. Okusa da okumasa da kitap biriktiren enteresan kişilikler, sahaf sahaf dolaşıp kitap toplayan eski kitap düşkünleri, birbirlerine kitap listesi çıkaran okurlar, korsan kitaplar ve kitap hırsızlığı yapan aç okurlar... gibi kitap merkezli pek çok denemenin yer aldığı kitap mizahi bir dille yazılmış.

Denemeleri çok leziz bulmasam da çizimler müthiş. Daha önce de bir kitabını okuduğum, çizimlerine aşina olduğum Hasan Aycın'ın çizimleri bu kitapta Mehmet Aycı'nın her denemesenin başında yer alıyor.

Kütüphane Yayınları, basım yılı 2009, 176 syf.

Perşembe, Ocak 07, 2010


ÖKSÜZ ÇOCUKLAR GALERİSİ

Nurettin Durman

Yazmaya verilen ara uzadıkça okunan kitaplar da birikiyor. Hali hazırda on kadar kitap, hakkında bir-iki cümle yazması için bu okurun gözünün içine bakıyor. Biz de görevimizi yerine getirip bir başlayalım bakalım, gerisi gelir, ne de olsa bu blog okuduğum kitapları öncelikle kendime hatırlatmak için kuruldu. Dökülsün o zaman harfler düşüncelerimin peşi sıra...

Nuretttin Durman hakkında açıkçası fikrim olmadan, tamamen farklı yayınevi, henüz tanışmadığım bir yazar ve okuduğum türler arasında başı çeken romandan farklı türde yazılmış bir kitap seçme arayışındayken, şiirlerini pek beğendiğim Nurullah Genç'in kitap arka kapağındaki sözlerini okuyunca bu kitapta karar kıldık, aldık kitabı ve başladık okumaya.

Nurettin Durman şair ama öncesinde, hayatını idame ettirmek için yaptığı işlerden berberliğiyle tanınan bir şair. Berber şair, şair berber. Bu kitap da şairin memleketinden İstanbul'a gelişi, dükkanına uğrayan ünlü kalemleri, şiir sevdasını, kimi edebiyat dergilerinin (kendi şiirlerinin de yer aldığı) oluşumunu ve geçirdikleri sancılı süreçleri kendi hayatından kesitlerle harmanladığı sohbet havasında bir anı kitabı.

Kısa sürede okudum ama beklediğim keyfi pek alamadım demeliyim...

Artus Kitap, basım yılı 2007, 158 syf.

Cuma, Aralık 04, 2009


AĞLAYAN DAĞ SUSAN NEHİR

Ayşegül Devecioğlu

Bir kitapsever olarak yeni yazarlarla tanışmak ve onların büyülü kalem odalarına, söz dünyalarına dalmak heyecan verici olmuştur hep. Ayşegül Devecioğlu'yla tanışırken de aynı duygular içindeydim. 2008 yılı Orhan Kemal Roman Armağanı'na layık görülen bu kitap pek de aşina olmadığım bir dünyanın kapılarını araladı. Romana konu olan Çingeneler, bu yersiz yurtsuz halk çocukluğumuzdan süregelen bir inançla korku unsuru olarak yerleşirken belleğimize, yazar bizden birini yollamıştır aralarına, bir gözlemci ve bir anlatıcı olarak Çingene karakter Naciye Abla'nın izinden onu ve Çingene kültürünü onların yazısız ama sözlü kurallarının hüküm sürdüğü Çingene diyarına, bu topraklarda yanıbaşımızda yaşayan, göçerlikten yerleşik hayata geçen Edirne Çingenelerinin yaşantısına okur olarak dahil etmiştir bizi.

Yazarın kitap girişine iliştirdiği şu Çingene laneti, yerleşik de olsa onu benimsemeyen bir halkı anlatıyor:
"Sonsuza dek yeryüzünde dolaşıp dursunlar, geceledikleri yerde ikinci kez konaklamasınlar, su içtikleri kaynaktan ikici kez içmesinler, bir yıl içinde aynı nehirden iki defa geçmesinler"

Birinci tekil ağızdan anlatılan kitabın anlatıcısı bir genç kadın ve evlerinde çalışan Çingene kadını Naciye Abla'nın öyküsünü anlatmakta bizlere. Çocukluğunda öykülerini dinlediği Çingenelerin; birbirinden güzel giysiler diken, kocasının terk edişiyle hayata küsen terzi Malihulya'nın, uyurgezer Sairfilmenam'ın, evlendiği kızları kısa sürede terk eden ve gidişinden sonra kızların kansızlıktan öldüğü çalgıcı Kankurutan'ın, çocuğu olmadığı için kocası terk edince intihar eden Mayabozan'ın efsunlu hikayeleri gibi.
Naciye Abla öldüğünde çocukluğunun bu büyülü kişisinin izlerini yaşadığı kentte, Edirne'de aramaya karar verir ve yola çıkar. Çocukluğunda kimi zaman gittiği bu şehir ve Çingene mahallesi artık ona Naciye Abla'yı ve Çingeneleri anlatacaktır. Basri'yi öğrenecektir mesela. Neden bir gözü kör, hasta ve yaşlı bir adamla evlendiğine akıl sır erdiremediği Çingene kadınının aşık olup evlendiği çaldığı kemanıyla kalpleri fetheden ilk eşi Basri'yi. Basri, çocuğu olmayınca terk eder Naciye'yi. Başından iki evlilik daha geçer Basri'nin ve bir gün son evliliğinden olan oğlu Güney'i bırakır Naciye'nin kapısına. Ne ki Naciye çocuğu içeri almaz. Soğukta kapı önünde bekletilen bebek yıllar sonra Kahramanmaraş'ta, ölen annesinin ailesinin yanında yaşarken Basri oğlunu yanına alabilmek için peşine takıldığı Solcular ve Çingenelerle birlikte Aleviler ve Sünniler arasında geçen, tarihe Maraş katliamı olarak geçecek olayların içinde bulur kendini. Vahşetin kol gezdiği Maraş sokaklarında bulur oğlunu. Ve bir gün yine Naciye'nin kapısına gelir Basri'nin oğlu Güney ve diğer evliliğinden olan kızı. Bu sefer Naciye kapısını açar çocuklara, sonrasında da.

Evlerinde çalıştığı sürece Çingene kimliğini her şekilde gizlemeye çalışan; Çingenelerin fal bakmasına rağmen kendisini bir kez bile fal bakarken görmediği, etsiz yemek pişirmeyen Çingenelere inat ağzına et sokmayan bu Çingene kadını, ne kadar sıyrılmaya çalışsa da kimliğinden teninin kendini ele veren esmerliği ve ruhuna sinmiş göçebelik duygusu silemez kimliğini. Her sıkıldığında yıkıp yeniden inşa ettiği evi gibi, bahçesindeki büyüklüğü ve bereketiyle anlattığı aslında kurumuş erik ağacı gibi.

Çingene kadını yalancıdır. İyi ya da kötü niyet gütmeksizin bir hikaye uydurur dinleyicisine. Anlatısını diliyle süsler. İşte aynı bereketli erik ağacının hikayesi gibi. Bir soru sorar anlatıcımız Naciye Abla'nın ölümünden epey sonra gittiği şehrin Çingene mahallesinin sakini üç beş kişiye. "Hüseyin Amca'yı tanıyor musunuz?-Naciye Abla'nın bir akrabası- Aldığı cevaplar; kimine göre Hüseyin Amca Tekirdağ'a yerleşmiş, kimine göre çok kötü bir hastalık geçirmiş ve ölmüş, kimine göre turp gibiydi, yaşıyordu kimine göre çok zengin olmuştu. Çingene diyarında yalan, hiç yıkılmayan bir tiyatro sahnesiydi ve oyuncular bu sahnede her daim rollerini yaşıyorlardı.

Çingene buydu, gerisi onlardan olmayan "gaco"ydu.

Yazarın kendi hikayesini araştırdığımda kendisinin 12 Eylül darbesi sonrasında kitapta geçen Çingene mahallesinde saklandığını öğrendim. Kitabı da belki minnet borcuyla "Atiye Abla'ya, onun yurtsuz ve yazısız halkına" ithaf etmiş.

Bir kitap, bir okuma bir anda belleği olumsuz hislerden yıkayıp yerine daha sevecen hisler bırakır mı bilmiyorum ama en azından ılımlı yaklaşmayı öğretebilir belki.

Metis yayınları, basım yılı 2007, 259 syf.

Salı, Kasım 10, 2009


İSYAN GÜNLERİNDE AŞK

Ahmet Altan

Yine bir ilk okuma, yine bir yeni yazar keşfi. Bilinçli bir seçim değildi. Sevdiğim bir arkadaşım kitabı elime tutuşturunca bize de okumak kaldı. Ahmet Altan'ı gazeteci kimliğinin dışında bilmeyen bir okur olarak ve sadece bu kitabıyla değerlendirecek olursak çok başarılı ya da özgün bulmadım. Kitap için, yine de iyi vakit geçirttiğini ama geride iz bırakmayan bir kitap olduğunu söyleyelim.

Kitap yazarın Kılıç Yarası Gibi adlı kitabının devamı niteliğindeymiş. Onu okumadım ama bu kitaptaki karakterlerin o kitapta da yer aldığını öğrenince karakterlerin öncesini merak etmedim değil.

İsyan Günlerinde Aşk, II. Meşrutiyet'in ilanından sonra ortaya çıkan bir ayaklanma, 31 Mart Vakası (1909)'nın devamı isyan günlerinde, aşkı, ihaneti, tutkuyu anlatırken tüm bunları can çekişen, padişahı devrilen ve sürgüne gönderilen, yönetimi ele geçiren İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin kararsızlığı arasında yolunu şaşırmış bir halkın, "din elden gidiyor!" diyen dindar kesimle "mürtecilere göz açtırmayacağız" diyen ihtilâl sevdalısı askeri kanadın arasında sıkışan bir ülkenin üst tabaka insanlarının hikayesi. Üst tabaka diyorum çünkü karakterler, padişah, onun doktoru, doktorun ailesi, hayli zengin bir şeyh efendi ve yüksek rütbeli subay...

Kitap bir torunun dedelerinin hikayesini anlatmasıyla başlıyor. Ama bu öyle sıradan bir torun değil anlattığı da sıradan bir hikaye değil. Osman, kiminin delirdiğine hükmettiği bu zat, ölüleriyle konuşuyor, her biri ona kendi hikayesini anlatıyor o da dinliyor, birbiriyle bağlantılı olan bu insanların ruhları, Osman'ı geçmişe götürüyor kâh İstanbul'da kâh Selanik'te isyan günlerinin izini sürüyor.

Osman en çok Hasan'ı seviyor ölüleri arasında. Hasan, Şeyh Efendi'nin hem adamı, hem damadı. Cüce bir karısı var Hasan'ın. En çok da geceleri nefret ediyor karısından...

Padişah II. Abdülhamid sarayında payitahtın durumunu izlerken saray doktoru Reşit Paşa padişaha arkadaşlık eder, paşanın aklında ise güzeller güzeli ayrıldığı eşi Mihrişah Sultan vardır. Mihrişah Sultan, yanında iki torunuyla birlikte Paris'tedir. Oğulları Hikmet Bey, yine güzeller güzeli eşi Mehpare'nin ihaneti ve kendisini terk etmesi karşısında intihara kalkışır ve kendini vurur. Tedavisinden sonra İstanbul'a dönen Hikmet Bey, eski karısını unutamaz ama odalığı Hediye'yle geçirir vaktini ta ki Dilara Hanım'ın kızı Dilevser'le evlenene dek.

Ve Ragıp Bey... Şeyh Efendi'nin bir diğer damadı. Ragıp Bey, subaydır ve bir gün Dilara Hanım'la tanışır. Evlidir evli olmasına ama Dilara Hanım'ın ilgili tavırlarına karşı koyamaz. Durum, Şeyh Efendi'nin ve karısının kulağına kadar gider ve karısının isteğiyle ayrılırlar ama Dilara Hanım'da eksik bulduğu adını koyamadığı bir şey onu İstanbul'dan uzaklara götürür.

Hikmet Bey'in eski eşi Mehpare ise bir Yunanla yaşadığı ilişkiyi bitirip İstanbul'a döner. Burada çocuklarına yakın olmak istemektedir ne ki kızı onun, üvey babasını aldatmasını affedemez. Mehpare'nin Şeyh Efendi'yle olan evliliğinden bir kızı -Rukiye- ve Hikmet Bey'le olan evliliğinden bir oğlu vardır ama iki çocuğun bakımını da Hikmet Bey'in annesi Mihrişah Sultan üstlenmiştir. Rukiye ise öz babası Şeyh Efendi'yle olan sorunlarını halletmiş ve Tevfik Bey'le evlenmiştir.

Hikmet Bey, Mehpare, Hediye ve Dilevser; Ragıp Bey ve Dilara Hanım; Rukiye ve Tevfik Bey...

Aşklar, âşıklar, yazıya dökülen müstehcen ilişkiler...
Kitabın tarihi dokusu güzel verilmiş ama bir şeyler eksik, anlatım doyurucu değil...

Kitap zamanında çok konuşulmuş, hatta kitapta yer alan kimi cümlelerin Ziya Şakir adlı yazarın Sultan Hamid'in Son Günleri adlı eserinden çok az bir değişiklikle bu kitapta kullanıldığı ileri sürülüyor. Cümleleri okudum pek bir benzerlik var, sadece bunu söyleyelim.

Ama ölülerin konuşturulması işte bu güzeldi...

Can Yayınları, basım yılı 2001, 468 syf.

Pazar, Ekim 25, 2009


BİR KEDİ, BİR ADAM, BİR ÖLÜM

Ö.Zülfü Livaneli

Leyla'nın Evi'nden sonra okuduğum ama ondan önce yazılmış, 2001 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü almış Zülfü Livaneli kitabı. Güzel bir okumaydı.

Başlayalım bakalım: Ana karakter Sami Baran, sağ-sol çatışmasının hararetli olduğu dönemde Ankara'da felsefe okuyan, sinema meraklısı bir üniversite öğrencisidir. Yine elinde kamerası çekim yaparken gördüğü kimya öğrencisi Filiz'e âşık olur. Eylemler yapan, toplantılara giden solcu Filiz'in aksine Sami kendisini sağcı ya da solcu olarak görmez. İki genç tanışırlar ve ailelerin de onayıyla nişanlanırlar. Sami'nin Filiz'i arabasıyla evine bırakacağı bir akşam -evlerine alacakları perdeleri konuşurken- birden nasıl olduğunu anlamadığı bir şekilde trafik durur, Filiz ona ses vermez ve kafasını çevirdiğinde sevdiği kızın yüzünün yarısının yokolduğunu görür. O daha hiçbir şeye anlam veremeden arabadan çıkartılır ve gözlerini tekrar açtığında kendini bir sorgu odasında bulur. Burada her şey netlik kazanır. Filiz, bir askerin tüfeğinden çıkan kurşunla ölmüştür. Nedeni ise şüpheli bulunan aracın dur ihtarına uymamasıdır ama onlar ihtarı duymamışlardır bile. Karşısında "bir adam" vardır, ondan kendisiyle konuşmak isteyecek olan basına, Filiz'in solcu bir eylemci olduğunu, kendisinin ise bunu bilmediğini söylemesini ister ve böylece bu olayın üstü kapatılacaktır. Ne de olsa her gün sağ-sol çatışmasından insanlar ölmektedir. Ama Sami Baran, adamın sözlerine şiddetle karşı çıkar. Gördüğü işkenceler, yattığı hapis sonrası ailesinin de yardımıyla İsveç'e siyasi mülteci olarak yerleşir, 1980 darbesi sonrasında.

İsveç, bambaşka bir ülkedir, buz gibi havası, kasvetli gri rengiyle. Kendisi gibi pek çok siyasi mülteci vardır ülkede, İran'dan, Şili'den, Japonya'dan ve dünyanın daha başka yerlerinden gelen pek çok mülteciye kucak açar ülke. Kalacak yer, iş, yemek ve giyecek parası, tedavi masraflarını da karşılar üstelik. Sami de önce kursa gider ve ülkenin dilini öğrenir. Çöp kamyonu sürücüsü olur. Bir gün, bir siyam kedisi gelir çöreklenir kapısına. Sahibinin ölümünden sonra mahallede kimsenin ilgisini istemeyen, mağrur kedi tüm kayıtsızlığıyla yeni sahip olarak Sami'yi seçer. Sami ve Sirikit... İkisi de birbirine kayıtsız...

Ve göl evi... Farklı ülkelerden siyasi mültecilerin yer aldığı bu pansiyon evde, Sami'nin Türk arkadaşları da vardır. Ve bir gün, bu göl evinde bir cinayet planı yapılacaktır. Ama ondan önce:
Sami İsveçli doktorların kısaca hastalık hastası olarak nitelendirdiği bir hastadır ve kendi isteğiyle hastaneye yatar. Ve bir gün hastanede kendisi gibi bir Türk'ün daha kaldığını öğrenir. Ama beyninde ur olan, ölümü bekleyen bu yaşlı adam memleket hasreti giderilecek biri olmaktan çok uzaktır. Onu ilk gördüğünde anlar bunu, çünkü tanır onu. O, "bir adam"dır, bir zamanın çok can yakan bakanı...

Sami, göl evindeki arkadaşlarına verir haberi. Ve göl evinden karar çıkar. Adam öldürülecektir. Sami, her gece adamın odasına gider, uzun uzun izler onu. Ve bir gün adam da onun odasına gelir. Sami'nin kendisini izlediğinden haberi vardır. Sami, adamın dil bilmemesinden ötürü doktorla arasında tercümanlık yapmak zorunda kalır. Adama karşı nefret doludur, karar verilmiştir, adam Filiz'in öldüğü günde öldürülecektir. Sami, göl evinde kaldığı sırada tanıdığı ve hoşlandığı Şilili Clara'yla birlikte plan yapar ve göl evindeki diğer mültecilere adamın hastaneden ayrıldığını ve Türkiye'ye döndüğünü söyler. Ve bir gün, Clara'yla birlikte adamı hastaneden kaçırırlar. Onu göl evine götüreceklerini söylerler ve buz tutmuş gölün üzerinde yürürlerken adam incelmiş buzun kırılmasıyla suyun içine gömülür. Artık hepsinin, ülkelerinden kopup bu soğuk Kuzey ülkesine sığınmalarına sebep olan düşüncenin ete kemiğe bürünmüş ortak müsebbibi ortadan kaldırılmıştır onlara göre...

Peki böyle mi bitti Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm? Yazar öyle yazmış ama Sami Baran bunu yalanlıyor. Bu nasıl oluyor? Zülfü Livaneli'nin kurgusu burada, aslında kitabın başında devreye giriyor.

Sami Baran'ın hayat hikayesini yazmak isteyen kendisi gibi siyasi mülteci bir arkadaşı yazıyor önce. Sami Baran anlatıyor ve o kurguluyor. Sami Baran da kitaba eklenmesi için notlar tutuyor ama bakıyor ki bu notlar kitabı bile aşmış, yazarın hiç de hoşuna gitmeyecek bir şey yapıyor. Önce yazar anlatıyor Sami Baran'ı, sonra kendisi "el yazıları" adıyla kendini anlatıyor. Yani kitabın iki anlatıcısı var ve durum böyle olunca "son" da iki tane oluyor. Asıl son Sami Baran'da ve Sirikit'te.

Sami Baran, önceki hayatında köpek olduğunu, mülteci yaşamında kedi olmayı seçtiğini söylüyor. Diz çökmeyen, eğilmeyen ve mağrur.

Başarılı çizilmiş bir karakter Sami Baran. Aslında Sami Baran'ın hikayesi değil yalnızca diğer mülteci karakterlerin hikayeleri de oldukça etkileyici. Özellikle Japon mülteci Yoriko'nun İsveç semalarında kanat çırptığı hikayesi...

Zülfü Livaneli kendisi de İsveç'e siyasi sığınmacı olarak yerleşmiş ve bu kitap, o yılların birikimiyle yazılmış. Durum analizlerinden ziyade insanları yazmayı sevdiğini söylemiş yazar, kitapla ilgili okuduğum bir röportajında. İnsandaki "değişim"i çok güzel ifade ettiğini düşünüyorum bu kitabında, karakterlerin öncesi ve sonrasında bunu görmek mümkün.

İki anlatıcılı kurgu da okumaya farklı bir güzellik katmış, pek beğendim. Kitap kapağını da es geçmemek lazım. Gördüğüm en güzel kapak resimlerinden biri oldu kendileri.

Yazarın, kitap açılışını yapan Victor Hugo'nun Deniz İşçileri adlı romanından alıntıladığı sözle yazıyı noktalayalım:

"Yanardağlar taşları fırlatır, ihtilaller de insanları..."

Remzi kitabevi, basım yılı 2001, 221 syf.

Cumartesi, Ekim 24, 2009


ONLAR HEP ORADAYDI

Sunay Akın

Onun için şair, yazar, araştırmacı, gazeteci, tv programcısı diye başlayabilirdim ama ben sadece "oyuncak müzesi kurucusu" demek istiyorum. Kulağa çok hoş geliyor. İşte "oyuncak müzesi kurucusu", Nazım Hikmet ve Can Yücel sevdalısı, Kızılderili meraklısı, Kız Kulesi âşığı, tahkiye ustası Sunay Akın'ın okuduğum ilk kitabı. Geç kalınmış bir okuma olduğunu biliyorum.

Onlar Hep Oradaydı, bir deneme kitabı. Kızılderililer üzerine yazılmış bir denemeler bütünü de diyebiliriz kitap için. "Kızılderili'nin Ay'a Gönderdiği Mesaj", "Kara Bahtlı Kara Bart","Nazım Hikmet ve Kadın Kalbi" gibi hoş denemelerin yer aldığı kitapta; Kızılderililerin kökeninden (Türk olma ihtimali) yerlisi oldukları kıta üzerinde uğradıkları aşağılanma ve daha da kötüsü soykırıma, Kızılderili hikayelerine; Prenses Diana'nın ölümüne; ünlü Titanic gemisini kaçıran Türk'e, Manisa Tarzanı'na kadar detay seven okurların hoşuna gidecek denemeler/bilgiler mevcut. Denemelerin bitimindeyse konularla ilintili fotoğraflar yer alıyor.

Sunay Akın, çok başarılı bir anlatıcı. Araştırmalarını, bilgi birikimini, düşüncelerini yazıya dökerken okuru şaşırtıyor, konu toparlama ve konuları birbirine bağlamadaki maharetini de gösteriyor okura ve böylece yoğun bilgi içeren denemeleri de sıkılmadan keyifli bir şekilde okunuyor.

"Onlar" kim mi? Onlar, tarihin "özgürlük direnişçileri"...

Çınar Yayınları, basım yılı 2002, 199 syf.

Cumartesi, Ekim 17, 2009


VEDA

Ayşe Kulin

Okuduğum ikinci Ayşe Kulin kitabı. "Bir Gün" kitabını okuduğumda kalemini çok başarılı bulmamıştım, ya da sıradanlıktan uzak bulmamıştım diyelim. Bu kitap da önceki fikirlerimi doğrular nitelikte. Ama ben Ayşe Kulin'i biraz Ahmet Mithat Efendi'yle bağdaştırıyorum. Hangi bakımdan olduğuna gelince,ikisinin de kitap okumayı sevdirmek gibi bir misyonu var. Ahmet Mithat Efendi bunu bilinçli yapıyordu ama Ayşe Kulin'i bilemiyorum. Yine de kolay okunan, çok farklı bir kurgusu olmayan günlük hayatın içinden, yanıbaşımızda duran hikayeleri kurguluyorlar. Bu özellik okumayı fazla sevmeyen okurlar için iyi, çünkü ikisi de okuru çok zorlamayan, okura keyifli vakit geçirten, sürükleyici kitaplar yazmışlar. Yazarı bu noktada başarılı buluyorum ama edebi bir ziyafet çekemiyorum kaleminden.

Gelelim popüler yazarın yine tarihi-biyografik izler taşıyan kitabı Veda/Esir Şehirde Bir Konak'a:
Yer İstanbul... İşgal yılları. Ana mekan imparatorluğun son Maliye Nazırı Ahmet Reşat Bey'in konağı. Eşi ve iki kızı, teyzesi Saraylıhanım, yeğeni Kemal ve uzaktan akraba, küçük yaşta konağa getirilen gencecik güzel Mehpare'dir konak halkı. Ahmet Reşat Bey, işgal kuvvetlerinin yurdun her yerine yayıldığı, İstanbul'un işgal kuvvetlerince başına gelecekleri beklediği o çetin günlerde padişaha bağlılığını sonuna dek sürdürmektedir, yeğeni Kemal'in tam tersine. Yeğeni Kemal, gönüllü olarak gittiği Sarıkamış'tan dönmüştür dönmesine ama vereme yakalanmıştır. Uzun zaman gönüllü hemşireliğini yapar Mehpare Kemal'in. Kemal, padişah karşıtıdır ve Ankara'da kurulan yeni hükümetten umutludur, yurdun her yanında başlayan direniş hareketlerine katılmak için arkadaşı Azra gibi tüm engellemelere rağmen ayrılır konaktan. Geride Mehpare'yi bırakarak...

Mehpare, Kemal Bey'e âşıktır. Aralarındaki yaş dahil tüm farklara rağmen Kemal Bey de çekimine kapılır Mehpare'nin ve ikili arasında herkesten gizledikleri bir ilişki başlar. Ama bu gizlilik uzun sürmez. Saraylıhanım olanların farkına varır, Mehpare'nin hamileliğinin de. Kemal ve Mehpare evlenirler. Ama bu evlilik ve doğacak çocuk engel olamaz Kemal'in gitmesine. Kemal gider ama dönemez...

Saltanat kaldırılır ve son padişah Vahdettin artık Halife olarak oturur sarayında. Ama günleri sayılıdır ve kaçar ülkesinden, başka seçeneği yoktur çünkü. Ve idamı istenenler arasında Maliye Nazırı Ahmet Reşat da vardır, o da terketmek zorunda kalır ülkesini, çok sevdiği İstanbul'u...

Geride koca konağın kadınları kalır, yeni doğan bebekleriyle birlikte. Aile artık Mahir Bey'e emanettir, Kemal'in arkadaşı ve doktoru damat beye...

Veda... Kimin vedası, kendi ülkesini terk etmek zorunda kalanların mı, yoksa koskaca bir imparatorluğun vedası mı? Yeni bir başlangıç olsa da ümit dolu, vedalar hep buruk değil mi?


Everest Yayınları, basım yılı 2007, 387 syf.

Pazar, Temmuz 12, 2009


BEYOĞLU RAPSODİSİ

Ahmet Ümit

Polisiye merakım ve blog arkadaşlarımın tavsiyeleri birleşince kısa süre önce Ahmet Ümit okumaya başladım. Yazarın okuduğum üçüncü kitabı Beyoğlu Rapsodisi. Ahmet Ümit kitapları arasında en merak ettiğim kitap, bir başka okur tarafından kütüphaneye nihayet getirilince (üye olduğum günden beri kitabın rafta yerini almasını bekliyorum) bana da kitabı alıp bir an önce okumak düştü ve okudum. Hoş bir kitaptı, aynı kategoride (polisiye roman) değerlendirilince Kavim'den daha başarılı buldum bu kitabı. Kavim karışık bir kurguda ilerlerken Beyoğlu Rapsodisi daha basit bir kurgu ve daha sürükleyici bir anlatımla beklentilerime cevap verdi. Ee tabi bir de kitabın sonunda sevgili Agatha C.'nin henüz okuyamadığım ama çok merak ettiğim kitabı Roger Ackroyd Cinayeti'nden alıntıya yer verince de bir artı puan bu kitabın hanesine yazıldı.

Gelelim söz konusu kitabın ana karakterlerine: 50'li yaşlarında üç eski kafadar. Babasının tekstil işletmesini büyüten ve kendi markası AZYA'yı oluşturan, mimarlık eğitimi almış Selim, evli ve Down sendromlu bir oğlu var.
Kenan, hukuk fakültesini bitirmiş ama baba mesleği sigortacılıkta karar kılmış, keyif ehli, bekar, hayatın tadını çıkarmaya yarayacak ne varsa hepsini denemeye meyilli ve deneyen, işi uçak kullanmaya vardıran ve geçirdiği uçak kazası sonucu "ölümsüzlük" fikrine kafayı takan bir karakter.
Ve Nihat. Bir sahaf dükkanı var, şairle evli ve bir kızı var. Mali durumu pek iyi değil, Selim ve Kenan sırayla para yardımında bulunurlar ona. Buraya kadar kısaca karakterleri tanıttık.

Şimdi konuya geçelim: Sahaf dükkanını açmadan önce bir süre cinayet mahalli fotoğrafları çekmiş bir fotoğrafçı olan Nihat, Kenan'ın fotoğrafa merak salmasıyla ona fotoğraf çekmeyi öğretir. Kenan da çektiği fotoğraflarla kişisel sergilerini açar ama basın fazla yüz vermez Kenan'ın sergilerine. Üç kafadarın buluştuğu bir gün Nihat, Kenan'a bir teklifte bulunur. Madem Kenan sergisine basının ilgisizliğinden şikayetçidir o zaman basının dikkatini çekecek bir fotoğraf sergisi açmalıdır. Mesela gerçek cinayet mahallerinin fotoğraflarını dekor ve mankenlerle yeniden fotoğraflamak ve "Beyoğlu Cinayetleri" adlı bir sergi açmak gibi. Basın böyle bir sergiye sessiz kalamaz düşüncesindedir Nihat ve bu fikir Kenan'ın da aklına yatar. Bu sergi sayesinde ismi ölümsüz olacaktır. Fakat bu fikir Selim'in hiç hoşuna gitmez. Bu işi ahlaka aykırı ve tehlikeli bulur. Ne ki Kenan'ı fikrinden vazgeçirmek mümkün değildir. İstemeyerek de olsa üç kafadar bu işe girerler.

Önce Kenan'ın tanıdığı cinayet masası başkomiserinden 66 adet cinayet mahalli fotoğrafı alınır ve Kenan'ın kişisel sergisinde tanıştığı Rus güzeli sanat yönetmeni Katya da -Katya evlendiği Türk eşi bir dağ kazasında ölünce İstanbul'da tek başına yaşamını sürdürür ve sanat yönetmenliği yapar- bu işte onlara yardımcı olur. Kenan ve Katya arasında bir ilişki başlar. Katya bu fotoğraf işinde Selim gibi pek istekli değildir o da bu işin tehlikeli olabileceğini konusunda endişelidir. Ne ki Kenan, cinayet mahalli fotoğraflarını incelemeye başlamıştır bile. İki fotoğraf arasındaki benzerlik Kenan'ın dikkatini çeker. Biri evinde koltuğunda alnından bıçaklanarak öldürülmüş tarih araştırmacısı Aysun Güven, bir diğeri kafasına bibloyla vurularak öldürülen uyuşturucu bağımlısı Kartal Göker. İki cinayet mahallinde de duvarda aynı resim vardır, haça dolanmış yılan resmi. Bu benzerlik cinayetleri aynı kişinin işlemiş olabileceğini ve maktullerin birbirini tanıdığını düşündürür Kenan'a ve Kenan iki cinayeti araştırmaya başlar. İki maktulün sevgili olduğunu, kızın ölümünden eski sevgilisinin suçlu bulunduğunu, Kartal'ın ölümündense bir uyuşturucu satıcısının suçlandığını öğrenir. Haça sarılı yılan tablosunun kime ait olduğunu araştırır ve karşısına Nicholas Flamel adlı bir simyacı çıkar. Bu kadarla kalmaz, Aysun Güven'in evinde Fransa'dan gönderilmiş bir mektup bulur. Mektup, Catherine Varchand adında N.Flamel'in biyografisini yazmış bir kadına aittir. Kenan bir yandan Katya ve Nihat'ın yardımlarıyla sergi için diğer fotoğrafları çekerken, bu iki şüpheli cinayeti de Selim'le birlikte araştırmaya devam eder.

İki cinayetten suçlanan zanlıların ifadeleri, N.Flamel tablosu ve Catherine Varchand'ın mektubu...
Ve ardından Aysun Güven'in evinde bulunan bir başka C.Varchand kitabı, yazarın otobiyografisi.

Taşlar yavaş yavaş yerine oturur. "Ölümsüzlük" aşkıyla başlayan enteresan konulu bir fotoğraf sergisi için alınan fotoğraflar ve Kenan'ın dedektifçilik oyunu, üç kafadar için de hazin bir sona dönüşür. Evet, Kenan'ın Beyoğlu Cinayetleri adlı fotoğraf sergisi açılacak, basın sergiye büyük ilgi gösterecek ve Kenan istediği ölümsüzlüğe bu sayede kavuşacaktır ama çok trajik bir sonla.

Yazarın polisiyeye uygun olarak sürükleyici bir anlatımı var. Okuru yormadan keyifli vakit geçirten başarılı bir polisiye okumak isteyenlere.

Ahmet Ümit okumalarım devam edecek.

( Bu arada düşündüm de hiç Orhan Pamuk okumamışım, Türk edebiyatına ağırlık veren bir okur olarak. Orhan Pamuk'a hangi kitapla başlamalı, tavsiyesi olan?)


Doğan Kitap, basım yılı 2007 (ilk basım 2003), 385 syf.


Çarşamba, Temmuz 08, 2009

Blog Dünyasında İkinci Yıl Anısına...
ÇİÇEKLERİN TANRISI

Hamdi Koç

Son zamanlarda çok sık karşıma çıkınca Hamdi Koç'la benim de tanışma zamanım geldi dedim ve kütüphanede yazara ait bu kitapla karşılaşınca kendisini çantama atıp çabuk çabuk evimin yolunu tuttum, bir an önce gelincik kapaklı kitabımızın ve yeni yazarımızın dünyasına adım atabilmek için.

Çiçeklerin Tanrısı'nda üç önemli karakter var. İlki romanın anlatıcısı, 30'lu yaşlarında babasından kalan parayla geçimini sağlayan, hobi ve yarı iş olarak da serasında çeşit çeşit çiçekler yetiştiren, duygusal ve yalnız bir adam, Nadir. İkinci mühim karakter Aygen ama ondan önce Lale'den bahsedelim, üçüncü kişiden. Lale, Nadir'in gençlik aşkı, Nadir'in hiç unutmadığı. Lale şimdiki zamanda evli. Ama bir gün Nadir'i arıyor ve onunla görüşmek istediğini söylüyor. Peki onca zaman sonra arayan üstelik evli olan Lale'nin teklifine nasıl cevap veriyor Nadir? Tabiki hayatının en önemli kadın kişisine hayır diyemiyor. Ve gelelim Aygen'e. Aygen MS hastası, yavaş yavaş ölmekte. Kim Aygen, Lale'nin annesi, ama kızı ve ayrıldığı eşi tarafından pek sevilmeyen, yıllar önceki ihanetini yalnızlığıyla ödeyen 40'lı yaşlarda , güzel, hoş bir kadın.

Kitap, Nadir ve Lale'nin, Lale'nin teklifi üzerine buluşmaları ve araba yolculuğu ile başlıyor. Birlikte Lale'nin annesinin yazlığında alıyorlar soluğu. Gecenin ardıdan Nadir yalnız uyanıyor, bu hiç bilmediği semtte ve evde. Lale'yi beklerken kapı açılıyor ve içeriye bir başkası giriyor. Neden sonra tanıyor kadını, Aygen Teyze, Lale'nin annesi. Kadın ayakta duramıyor, belli ki hasta diyor ve onu yatağa yatırıp Lale'ye haber veriyor. Ama Lale önemsemediği annesinin hastalığının ciddiyetine de inanmıyor. Ve bekliyor başında Aygen'in Nadir, bir refakatçi gibi, hizmetini de görüyor.

Aygen'e karşı bir şeyler uyanıyor içinde. Aygen önce karşı dursa da bu tuhaf çekimden kurtulamıyor ve ikilinin arasında bir ilişki başlıyor. Başlarda pek konuşulmayan -çünkü Aygen sürekli uyuyor-bu ilişki hasta-refakatçi şeklinde bir süre ilerliyor.

Ne ki Nadir, talihsiz bir kaza geçiriyor. Uzun bir tedavi sürecinden sonra yine Aygen'in yanına gidiyor. Aygen'in hastalığı ilerliyor. Kolları ve bacakları tutmuyor...
Bir gün, Aygen ve Nadir, Aygen'in eski kocası tarafından yakalanıyor. Aygen fenalaşıyor ve Nadir hastaneye kaldırıyor onu.

Aygen ve Nadir, Nadir'in sera-evinde yaşamaya başlıyorlar. Nadir, sera-evinde solunum cihazından, steril odaya kadar her şeyi Aygen için hazır hale getiriyor. Birlikte çiçekler arasında hastalıklı ama fedakâr ve duygusal bir ilişki yaşıyorlar. Aygen'in ağrıları artıyor. Nadir de Aygen'le birlikte morfin ve uyuşturucu kullanmaya başlıyor. Aygen'i ve kendini ölüme hazırlıyor. Aygen'le ilişkisini yazdığı defterler bitirilmiş , tüm hazırlıklar yapılmış, geriye sadece Nadir'in o çok sevdiği Bach kılığına bürünmüş ölümü karşılamak, içeri buyur etmek kalıyor.

Nadir'in Bach sevgisi, tv'de, radyoda hatta çalan telefondaki bekleme sesinde bile karşımıza çıkartıyor ünlü besteciyi. Her müzik, Bach eserlerinden bir parça.

Kitabı okurken, daha yarısına bile gelmeden, bir başka yazar ve kitabı düştü aklıma. Çiçeklerin Tanrısı dedim, Nadir dedim, ne de çok benziyor Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam'ına. Hatta kitabı bitirince yazarı tanımak için daha çok da bu benzerlik yüzünden kısa bir araştırma yapalım dedim. Ve ne görelim, yazarın, Hamdi Koç'un en sevdiği Türk romanı neymiş, Aylak Adam'mış. Bu detayı, dikkatli ama çok da unutkan bir okur olarak kendi adıma keşfetmem çok hoşuma gitti.

Kitap birinci tekil ağızla yazılmış -ki Nadir'in Aygen'le ilişkisini anlattığı notlar diyelim-. Yazarın dili gayet rahat hatta bazen fazla rahat diyorsunuz ama esprili de.

Aygen ve Nadir'in ilişkisi pek de normal değil zaten Aygen ve Nadir de pek çizgide karakterler değiller.

Çocuk Ölümü Şarkıları'nı değil ama Melekler Erkek Olur'u bir kenara yazdık, karşılaşırsak okunacak kendileri.


Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, basım yılı 2007, 383 syf.