AĞLAYAN DAĞ SUSAN NEHİR
Ayşegül Devecioğlu
Bir kitapsever olarak yeni yazarlarla tanışmak ve onların büyülü kalem odalarına, söz dünyalarına dalmak heyecan verici olmuştur hep. Ayşegül Devecioğlu'yla tanışırken de aynı duygular içindeydim. 2008 yılı Orhan Kemal Roman Armağanı'na layık görülen bu kitap pek de aşina olmadığım bir dünyanın kapılarını araladı. Romana konu olan Çingeneler, bu yersiz yurtsuz halk çocukluğumuzdan süregelen bir inançla korku unsuru olarak yerleşirken belleğimize, yazar bizden birini yollamıştır aralarına, bir gözlemci ve bir anlatıcı olarak Çingene karakter Naciye Abla'nın izinden onu ve Çingene kültürünü onların yazısız ama sözlü kurallarının hüküm sürdüğü Çingene diyarına, bu topraklarda yanıbaşımızda yaşayan, göçerlikten yerleşik hayata geçen Edirne Çingenelerinin yaşantısına okur olarak dahil etmiştir bizi.
Yazarın kitap girişine iliştirdiği şu Çingene laneti, yerleşik de olsa onu benimsemeyen bir halkı anlatıyor:
"Sonsuza dek yeryüzünde dolaşıp dursunlar, geceledikleri yerde ikinci kez konaklamasınlar, su içtikleri kaynaktan ikici kez içmesinler, bir yıl içinde aynı nehirden iki defa geçmesinler"
Birinci tekil ağızdan anlatılan kitabın anlatıcısı bir genç kadın ve evlerinde çalışan Çingene kadını Naciye Abla'nın öyküsünü anlatmakta bizlere. Çocukluğunda öykülerini dinlediği Çingenelerin; birbirinden güzel giysiler diken, kocasının terk edişiyle hayata küsen terzi Malihulya'nın, uyurgezer Sairfilmenam'ın, evlendiği kızları kısa sürede terk eden ve gidişinden sonra kızların kansızlıktan öldüğü çalgıcı Kankurutan'ın, çocuğu olmadığı için kocası terk edince intihar eden Mayabozan'ın efsunlu hikayeleri gibi.
Naciye Abla öldüğünde çocukluğunun bu büyülü kişisinin izlerini yaşadığı kentte, Edirne'de aramaya karar verir ve yola çıkar. Çocukluğunda kimi zaman gittiği bu şehir ve Çingene mahallesi artık ona Naciye Abla'yı ve Çingeneleri anlatacaktır. Basri'yi öğrenecektir mesela. Neden bir gözü kör, hasta ve yaşlı bir adamla evlendiğine akıl sır erdiremediği Çingene kadınının aşık olup evlendiği çaldığı kemanıyla kalpleri fetheden ilk eşi Basri'yi. Basri, çocuğu olmayınca terk eder Naciye'yi. Başından iki evlilik daha geçer Basri'nin ve bir gün son evliliğinden olan oğlu Güney'i bırakır Naciye'nin kapısına. Ne ki Naciye çocuğu içeri almaz. Soğukta kapı önünde bekletilen bebek yıllar sonra Kahramanmaraş'ta, ölen annesinin ailesinin yanında yaşarken Basri oğlunu yanına alabilmek için peşine takıldığı Solcular ve Çingenelerle birlikte Aleviler ve Sünniler arasında geçen, tarihe Maraş katliamı olarak geçecek olayların içinde bulur kendini. Vahşetin kol gezdiği Maraş sokaklarında bulur oğlunu. Ve bir gün yine Naciye'nin kapısına gelir Basri'nin oğlu Güney ve diğer evliliğinden olan kızı. Bu sefer Naciye kapısını açar çocuklara, sonrasında da.
Evlerinde çalıştığı sürece Çingene kimliğini her şekilde gizlemeye çalışan; Çingenelerin fal bakmasına rağmen kendisini bir kez bile fal bakarken görmediği, etsiz yemek pişirmeyen Çingenelere inat ağzına et sokmayan bu Çingene kadını, ne kadar sıyrılmaya çalışsa da kimliğinden teninin kendini ele veren esmerliği ve ruhuna sinmiş göçebelik duygusu silemez kimliğini. Her sıkıldığında yıkıp yeniden inşa ettiği evi gibi, bahçesindeki büyüklüğü ve bereketiyle anlattığı aslında kurumuş erik ağacı gibi.
Çingene kadını yalancıdır. İyi ya da kötü niyet gütmeksizin bir hikaye uydurur dinleyicisine. Anlatısını diliyle süsler. İşte aynı bereketli erik ağacının hikayesi gibi. Bir soru sorar anlatıcımız Naciye Abla'nın ölümünden epey sonra gittiği şehrin Çingene mahallesinin sakini üç beş kişiye. "Hüseyin Amca'yı tanıyor musunuz?-Naciye Abla'nın bir akrabası- Aldığı cevaplar; kimine göre Hüseyin Amca Tekirdağ'a yerleşmiş, kimine göre çok kötü bir hastalık geçirmiş ve ölmüş, kimine göre turp gibiydi, yaşıyordu kimine göre çok zengin olmuştu. Çingene diyarında yalan, hiç yıkılmayan bir tiyatro sahnesiydi ve oyuncular bu sahnede her daim rollerini yaşıyorlardı.
Çingene buydu, gerisi onlardan olmayan "gaco"ydu.
Yazarın kendi hikayesini araştırdığımda kendisinin 12 Eylül darbesi sonrasında kitapta geçen Çingene mahallesinde saklandığını öğrendim. Kitabı da belki minnet borcuyla "Atiye Abla'ya, onun yurtsuz ve yazısız halkına" ithaf etmiş.
Bir kitap, bir okuma bir anda belleği olumsuz hislerden yıkayıp yerine daha sevecen hisler bırakır mı bilmiyorum ama en azından ılımlı yaklaşmayı öğretebilir belki.
Metis yayınları, basım yılı 2007, 259 syf.
1 yorum:
Merhaba,
Geçen sene bu kitabı okurken, çocukluğuma gitmiştim ben. Trakya'nın küçük bir şehrinde, Kore Mahallesi olarak bilinen ve çingenelere tahsis edilmiş o çukurda kalmış bölgeden gelen nice Naciye Abla büyütmüştü beni de. Haşarılığıma dayanamayıp kaçmış olsa da çoğu...Atmosferi okuru içine çeken, okumaıs keyifli bir kitaptı. Şimdi yorumunuzu okurken o keyfi aldım yine.
Teşekkürler:)
Yorum Gönder