Perşembe, Ocak 31, 2008

BİR BEBEK, BİR MECNUN

Mevsimin yeşile koştuğu zamandı. Ağacından yeni yemiştim o açık mor erikleri. Elim, ağzım meyve şekeriyle yapış yapışken koşmuştum, tepesinde arıların cirit attığı pirinç başlıklı bahçe musluğuna. Ellerimi yıkayıp buz gibi suyu avuçlarımın arasından içerken, bahçeye yeni giriyordu minibüs. İçimdeki çocuksu merakla hemen minibüsün yanında bitivermiştim. Kendilerine özgü değişik kıyafetleri içinde sırayla inmişlerdi minibüsten. Beyaz elbisesi içinde iri yarı bir Arap, karısı ve sonradan dadı olduğunu öğrendiğim müthiş güzellikte yeşil gözlere sahip bayan ve üç çocuk inmişti; İki Arap karası ve bir Alman sarısı. Alman sarısı bir çocuk, civciv sarısı saçlı, gök gözlü bir oğlan çocuğu.

Benim şaşkınlığım süredursun, Kuveytli zengin misafirlerimiz çoktan dedemin evinin ikinci katına pansiyoner olarak yerleşmişlerdi bile. Kalacakları iki haftanın malî getirisini biz küçük zihinlerimizde, kendi temeli zayıf matematiğimizle hesaba vururken , büyükler kazancın ne kadar olacağını çoktan hesaplamışlardı. O zamanlar da her şey planlanırdı ve elbette planları hep büyükler yapardı.

Biz küçükler Kuveytli Arap misafirlerimizin evde ne yaptıklarını merak ederken, çocuklar kapıyı açıp, aşağıya inerek merakımızı giderdiler. Hemen öne atıldım, kara Arap'a "merhaba" dedim, "Ene" diye başlayıp adımı söyleyerek kısacık bir tanışma cümlesi kurdum, ne de olsa ucundan Arapça biliyordum. O da bana "Ene Mecnun" diyerek cevap verince, hemen tercümanlığa soyunup kuzenlere durumu aktardım. "Bu çocuk 'ben deliyim' diyor" dedim. Çocuk dünyamızda bizi çok güldüren bu olay, hemen o sıcak bağları kurdu ve onlarla arkadaş olduk.Dediklerini anlamasak bile...

Kendini "Mecnun" diye tanıtan kara Arap ve diğer çocuk sarı Arap, hemen dairelerine koşup biz ailenin çocukları bahçede çardakta otururken, o zamana kadar görmediğimiz, renkli yuvarlakların belli bir şekil oluşturacakları yuvarlak bölmeli bir düzeneğin içine atıldığı tuhaf bir oyun getirdiler. Onlar Arapça, biz Türkçe konuşarak başladık oynamaya.

Akşam olup da yemek vakti gelince bizim bahçede çardaktaki masamız hazırlanırken, iki Arap arkadaşımız, küçük kardeşleri, önde babaları bütün aile onlara rehberlik eden adamla birlikte arabaya binip turistik gezilerine başladılar.

Çoktan akşam yemeği yenmiş, küçüklerin uyku saati, büyüklerin derin sohbetlere dalma vakti gelmişti ki Arap pansiyonerlerimiz ellerinde bir dolu yiyecek ve oyuncak torbalarıyla göründüler bahçe kapısından. Selamlaşıp dairelerine çıkarken, arkalarındaki küçük kızın meraklı ve yapayalnız bakışlarını görmemişlerdi kuşkusuz.

Ertesi sabah erkenden gitmişlerdi, turisttiler ve turist olmanın gereği bol bol gezmekti. Öyle de yaptılar, onlar daireden çıktı, biz girdik daireyi nasıl kullanmışlar bahanesiyle. Eve girdik, büyük titizliğimiz olmasa bile küçük halimizle notlarını vermiştik: Araplar, gerçekten pistiler.

Hemen çocuk odasına girdim, temizlik değerlendirmesinden sonra. Yerde akşamki gezmelerinde almış olduklarını düşündüğüm dünya güzeli bir barbie bebek vardı ve oyuncağın yanıbaşında da hiç barbie bebeği olmayan, oyuncak iştahı kabarmış bir çocuk, yani ben. O an içimden "Keşke bu Araplar da diğer Arap pansiyonerlerimiz gibi giderken bir şeyler unutsalar, mesela bu bebeği" diye geçirdim. O zaman hemen alırdım o bebeği. Ona, o zengin Arap kızından çok daha iyi bakardım. Onun yaptığı gibi yere atmazdım; saçlarını tarar, güzel elbiseler giydirir, yanımda yatırırdım. Oyuncaklara kavuşma ümidiyle "Şu günler geçse de şu Araplar gitse" diye geçirdim içimden. Sarı Arapla ve kendine "Mecnun" diyen kara Arapla aramız iyiydi. Gezmeye gitmedikleri zamanlar hep birlikte oynuyorduk. Bazen dairelerine çıkıyorduk. İlk günlerde sürekli "karton, karton" deyip, soru dolu gözlerle bir şeyler anlatmaya çalışıyorlardı. "Karton"un ne olduğunu çözüşüm nihayet tv'de Tom ve Jerry'i görmeleriyle oldu. O zaman düğüm çözüldü: Bu karton dedikleri bizim çizgi film dediğimiz şeyin ecnebicesiydi. Onlar Tom ve Jerry'ye çölde vaha bulmuş gibi atlarken, ben de uzaktan dadıyı gözetliyordum. Hayatımda gördüğüm en güzel yüze sahipti bu kadın. Kara bir ten, yemyeşil gözler, inci dişler...Tam bir Arap dilberi. İyi de ben hala Alman asıllı olmasından şüphelendiğim o sarı Arap'ın olayını çözememiştim. Arap dediğin çikolata tenli olur, öyle süt tenli Arap mı olurmuş? Ben bu olayı çözemedim, iki hafta da gelip geçti ve Kuveytli pansiyonerlerimiz epey yüklü para bırakıp, eve dönüş yoluna koyuldular.

Biz küçükler ve büyükler eve fırladık hemen. Çocuk odasına ilk giren ben olmama rağmen, unutulmuş bir barbie yoktu odada. Şimdi büyük ihtimalle küçük Arap kızının on bebeğinin yanına onbirinci olmak için yola koyulmuştur sahibesinin kucağında. Ben, o anda şangır şungur eden camdan hayal kırıklığımı yaşarken yatağın altından gözüme ilişen kitap benzeri bir şey, kırıklarımı çabuk toplamama yardımcı oldu. Eğilip aldığımda, ilk kez karşılaştığım o şeyin sevinci içimi kapladı. Bir bebek bulmuştum, kağıttan da olsa bir bebek. Kitabın içinde de kesilince elbise olacak renk renk kıyafetler...Bana ait unutulmuş kağıt bebek...

Güzel geçen bir yaz tatiliydi, özellikle iki haftası. Arap arkadaşlarım, kağıt bebeğim...

Bugün bile hala kulağımda fısıltısı durur: "Ene Mecnun"...
Hangimiz değiliz ki be kara Arap, hangimiz değiliz...

Hiç yorum yok: