Pazartesi, Temmuz 30, 2012



Sergüzeşt-i Şizofren


onuncu gün / kavanozun dibini kaşıklarken...


Ah Kunta Kinte, ah... Şimdi ben de senin gibiyim. Senin gibi ben de kendimi bir esaretin içinde buldum. Sen, kurtulmak için çalıştın, çabaladın, öyle ki senin mücadelen beş kuşak sürdü. Benim o kadar vaktim yok, bir an önce buradan çıkmak, kendi kuytu köşemde roadstar vcd'me Hitchcock koleksiyonumdan Strangers on a Train'i koyup defalarca izlemek, izlerken horul horul uyumak, uyandığımdaysa aynı koleksiyondan Rope'u koyup onunla da saatler geçirmek istiyorum. James Stewart'ın keskin zekası mavi gözlerinden dışarıya, oradan televizyon ekranına, ekrandan da bana ulaşsın istiyorum. Yükseklik korkusunu benim korkularım arasında eritmek ve ona şöyle demek istiyorum: Rope filminde, salonun orta yerinde içinde ceset olan o sandıkla ilgili bilmediğin bir şey var, cesedin asıl kimliğiyle ilgili. Üzerine şamdanlar konulup masaya dönüştürülen, üzerinde yemek yenen o sandıkta ben varım. Hitchcock usta, n'olur bir görün, cameo da olsa razıyım!


Dün, duvardaki sureti bir kenara çekip defalarca kafamı duvara vurdum. Sebepsiz yere, aniden, birdenbire, göz açıp kapayıncaya kadar geçen o an içinde, tabi doktora göre. Doktorun bilmediği ama acilen öğrenmesi gerektiği bir şey var: Bazen eylemler, sözlerden daha çok ses getirir. Nostaljinin kara treninde yolculuk yaparken kelimelerim ona dolambaçlı gözüktüğünden olsa gerek, sohbetin özünü çıkaramadı kalın kafası. Sıkılmıştım, sorgu sualden, diyetten, spordan hatta demir ranzanın yayı gıcırdayan rahatsız yatağından. Gitmek istiyordum, sadece gitmek. Kafamdaki yumurta büyüklüğündeki şişlik, beton zemine çakılmamla sahanda yumurtaya dönüşmüştü, yıldızları saymaya başlamıştım, bir, iki... Bayılmışım...

Kendime geldiğimde iğneli fıçıya düşmüş gibi diken dikendim. Kafamda buz torbası, kas içine işleyen kim bilir kaç cclik ilaçlar, ağzım, dilim damağım kupkuru. Bir kilo paslı çivi yalamış yutmuş gibiydim. Yürek yırtan bir vaveyla duvara bulanan birkaç damla kanla anlam buluyor. İşin acayibi her muamma doğrunun yanında yanlışı da buyur ediyor algıya. İşte benim başıma gelen de tamamiyle bu. Doktor ben konulu muammayı yanlışlarla çözmeye çalışıyor. Düzenden her sapanın anarşis.t sayılması misali... 

Dolu kelimesinin anlamına baktım bugün. Ne çok anlamı varmış meğer. Oysa benim hal sözlüğümde bir tek anlamı var: Boş kelimesinin zıddı. Zıddıyla birlikte anıldığında anlam kazanan bir sözcük. Bugün çok doluyum, yani bir derdim, bir sıkıntım var. Keder ihtiva eden tüm sözcüklerin, bu minvalde bir yerleşkesi dolu. "Gözleri dolu dolu olmak" işte söylemek istediğim tam da bu. İkisi de konunun özünde hemfikir. Şöyleki:
"ya her şeyim, ya hiçim, sorma dünya ne biçim, bir kördüğüm ki içim, çözdükçe dolaşıyor....

Ben küçükken, minicikken, henüz dünyanın karanlık yüzüyle tanışmamışken, bir çilekli mis süt için tonlarca gözyaşı akıtabilecek potansiyele sahipken bir dizi vardı TRT'de: Kavanozdaki Adam. Nasıl korkunç bir isim verilmiş ki diziye benim balıklara eş değer hafızamda bile gizlenebilmiş onca yıl. Zaten bir Kavanozdaki Adam bir şu dev karıncaların olduğu film. İkisi de unutturmadılar kendilerini, arada geldiler, halimi hatrımı sordular, uykularımı kabusa çevirdiler. Ne diyordum, hah, Kavanozdaki Adam. Beyin nakli yapılan bir adamın kabusları.. Ben kimin kabuslarını görüyorum? Bu satırları yazan benim parmaklarım mı? Ben ne zaman kendi katilimi arar oldum? Aynaya bakıyorum şair gibi, gözaltlarım pazar filesi, patlıcan moru.Yolun yarısına beş basamak... bir odaya tıkılmış, haritamın çıkarılmasını bekliyorum. Suçlu muyum? Asla.
Belki kendime karşı.

Ah doktor, kafayı duvara vura vura pekmezini akıttım da bir katilimi bulamadım. Ciddi miyim? Asla...
 

 

Hiç yorum yok: