Cuma, Kasım 18, 2011


Sergüzeşt-i Şizofren

dokuzuncu gün, hafızada bit ayıklarken...

Doktorum ve ben, adına seans ya da terapi dense de basbayağı hoş bir sohbetin içine düşmüştük. Dünden kalan mevzuların arasına koyulan ayraç yerinden çıkarıldı ve bugün de kaldığımız yerden devam ettik sohbete. Tabi gözüm kapalı bir şekilde ve hafif yatar vaziyette olduğum sohbetin asıl anlatıcısı ben, tek dinleyicisi de doktordu ama eğer özgürlüğünüz bir kere de olsa elinizden alınmışsa içinde bulunduğum durumu daha iyi anlayabilirsiniz: Doktor benim için yavaş yavaş bir arkadaşa dönüşüyordu.

1600 kalorilik diyet listemde yer alan artık klasikleşmiş altı çorba kaşığı sebze yemeği, Trakya usulü tarhana çorbası bir dilim tam tahıllı ekmek ve bol yeşillikten oluşan menüyü afiyetle yedikten tahmini bir saat sonra kapım tıklandı. Burada olduğum şu kısa zaman içinde öğrendiğim bir şey varsa çalan zile, tıklanan kapıya "kim o?" demenin artık benim için bir lüks olduğu. Zira doktordan başka ziyarete gelenim yok. Onunki de ziyaretten çok ticaret boyutu işin ya, neyse. Ziyarete gelenim yok demek bir bakıma eksik bir ifade, çünkü arkadaş kurbanı sevgili Edmond, Shawshank'ten Andy, takıntılı dedektif Monk hatta Küçük Prens bile ziyaretime geliyorlar ve diğerleri. Kimiyle bazen uzun uzun sohbet ediyoruz, kiminin de duvara yansıyan suretini görüyorum sadece. Duvardaki suretler pek konuşma taraftarı değiller ama gerçekten çok iyi dinleyiciler, öncelikle sözümü kesmiyorlar ki bu benim gibi çenesinin civataları gevşemiş biri için büyük nimet.

Ve uçuş hazırlıkları tamamlandı, geri sayım başladı. Ben köstekli saat beklerken doktor kalın mercekli gözlükleriyle gözlerime odaklanmştı. Demek uyarıcı etken doktorun kola şişesinin içine düşmüş gibi bakan gözleri olacak. Ziyanı yok, bana uyar. Saat tik takları hiçbir zaman uykumu getirmez zaten yattığım odada saat bulundurmamamın bir nedeni de bu. Hoş, daha önceki seanslarda aksesuar amaçlı yanında getirdiğini düşündüğüm saati artık getirmemesini ben söylemiştim doktora. Neden diye sormadı, belli ki hastası hakkında epey hazırlıklı. Saatleri sevmeyen bir hastanın gözlerinin önünde sarkaç misali saat sallarsan hastanın pantere dönüştüğünü görürsen şaşmamalısın, haksız mıyım?

"Bir şarkı söyle, içinden ne gelirse", dediğinde "Çanakkale içinde Aynalı Çarşı, ana ben gidiyom düşmana karşı, oooyyy gençliğim eyvah" ı söylemiştim. Seans sonrası durum değerlendirmesi yaparken Çanakkale üzerine binbir soru sordu. Neden bir Çanakkale türküsü? Çanakkale'ye hiç gittim mi? Çanakkaleli bir tanıdığım var mı, Çanakkale'ye gitmek ister miyim?... Doktora bu türkünün içimi acıttığını ve bu sayede ruhuma antrenman yaptırdığımı söyleyemezdim. Ruhu paslatmamak gerek ve bunun için de bolca hislenmek. Ama bu sözlerin terhisimi uzatacağını biliyordum ve yine yalana sığındım. İnsanoğlunu zor durumlardan kurtaran kuzu postuna bürünmüş kurt, sana ihtiyacım olduğunda hep hazırda bekliyorsun.

Ardından hiç çılgın bir şey yapıp yapmadığımı sordu. Ben de lise yıllarıma döndüm ve cevapladım soruyu. "Benim için çılgınlık okulu asıp adına müzikevi denen hoş bir yapıda kulaklığı takıp Vivaldi dinlemekti. Vivaldi'nin Four Seasons'ını özellikle Spring'ini. Niye çılgınlık, bugün hiçbir lise talebesinin Vivaldi dinlemek için okulu asacağını düşünmüyorum da ondan. Anneannemin karşı komşusunun bir orkestrada çello çaldığını o devasa çalgıyı anneannemin kapısı önünde görünce öğrenmiştim. Hay çılgın, demek çello çalıyorsun. Oysa ben flüt bile çalamam. Ama isterdim kanun ve piyano çalabilmeyi.". "Demek müzikten hoşlanıyorsun?". "Hoşlanmayan var mı ki? Farid Farjad'ın ağlayan kemanına kim kayıtsız kalabilir? Ya da Can Atilla'nın müziğini duyup da kendini on altıncı yüzyıl Osmanlısında saray ahalisinden hissetmeyen? Pachelbel'in re majör kanonunu icra eden piyano tuşlarını söküp kulağının en içine, kulak zarına monte etmek istemeyen? Hani B12 vitamin eksikliğinde kulak çınlaması olur ya kişi de, kulağının içinde arı vızıltısı, motor sesi, çekirge sesi gibi rahatsız edici sesleri 5+1 ses sistemiyle kulağının içinde duyar ya, işte ben de kulağımda o notalar çınlasın isterdim. Belki o zaman içimdeki pitbull uslu bir tazıya dönüşürdü. En uslu köpek tazıymış doktor, biliyor muydunuz?
Doktor sadece "ilginç" demekle yetindi, ama ilginç olan neydi işte onu ben de anlamadım...

"Doktor" dedim, "Size bir soru sorabilir miyim?". "Rolleri mi değişiyoruz yoksa?" Estağfirullah doktor, sizin elinize su dökemem demek üzereyken u dönüşüyle "Estağfirullah" dedim.
"Sor bakalım.", "Gemici düğümlerini bilir misiniz doktor?", "Gemici düğümü mü? Neden şaşırdım bilmem ki. Şey, gemici düğümünü bilirim evet ama o düğümleri yapmayı bilmem, ilgi alanıma girmedi hiç."," Gemici düğümlerinin kimisi vardır ki epey bir uğraşırsın o düğümü atmak için, oldukça kafa karıştırıcıdır erbabı olmayana. Yapması ne kadar zorsa çözmesi o kadar kolaydır kimilerini. İpin bir ucundan çektin mi oradan alıp şuraya attığın, şuradan alıp buraya soktuğun o ip çözülüverir anında. İp baskısı gibi."

"Yani?"
"Yani o ki doktor, kimi insanlar kolay bir düğüm, kimiyse çetrefilli bir düğümdür. Ama çözmesini bilene sadece ip baskısı kadar zor. Ben on ikili Pelikan sulu boyayla boyanmış bir ip baskısıyım. Daha fazlası değil, lütfen artık çöz şu düğümü!"...

Hiç yorum yok: