Perşembe, Kasım 17, 2011


Sergüzeşt-i Şizofren

sekizinci gün...
bir fincan yeşil çayın zihinde portakallı oralete dönüştüğü vakitler...

Bugün feylesofluğum üstümde. Bu durumun müsebbibi Küçük Prens diyebilirim ama tüm sorumluluğu küçük ve yalnız bir çocuğun omuzlarına yıkmak istemem. Maziden bir kare çalmak istiyor canım: Balon patlata patlata Pembo sakız çiğnemek ve Turbo sakızdan çıkan araba resimleriyle koleksiyon yapmak istiyorum. Neden Vita tenekesine düşmüş gibi vıcık vıcık bir nostalji yapışkanlığı var üstümde, anlatayım:

Sevgili doktorum, bu sabah vizitesine biraz geç geldi. Geldiğindeyse üzerinde 90'lı yılları çağrıştıran şu ekose desenli oduncu gömleğinden vardı. Elinde tuttuğu fincandaki bol limonlu ıhlamurun kokusu odamın havasını tazelemişti tazelemesine ama yüksek oktavdan gelen bir "hapşuuu" sesi milyon tane mikrobu da odama salmıştı. Mikropları ve havadaki c vitamini aromasını savaşmaları için kendi hallerine bırakıp " Geçmiş olsun doktor, şifayı kapmışsınız" dedim, "Sağol, öyle oldu biraz. Geçen akşam misafirlerimiz vardı. Koskoca adam ağzını kapatmadan hapşurdu durdu bütün akşam. Haliyle mikrobu kaptık.", "hı?" Başta ünlem olmak üzere tüm noktalama işaretleri yüzümde geçit resmi yaparak doktora selamlarını sundular ama doktor kendi mikroplarını adam sınıfına sokmamış olacak ki selama karşılık vermek şöyle dursun oduncu gömleğinin cebinden, katlana katlana origami halini almış kağıt mendilini çıkarıp uzun bir boru sesi eşliğinde burnunu temizlemekle yetindi. Karşımdaki koltuğuna geçip "Küçük Prens'le tanıştın mı?" diye sordu. "Evet dedim, lakin kendisiyle tanışıklığımız yeni değil"." Önceden okumuş muydun?"." Evet ama tekrar tekrar okuyabilirim". "Güzel o zaman, bugün Küçük Prens'ten bahsetmek ister misin?". "Aslında kitabı bitirdikten sonra konuşsak". "Peki o zaman, çocukluğundan devam edelim öyleyse.". "Olur, doktor" dedim ve doktor vizitesini bitirip seans saati gelmek üzere odadan ayrıldı.

Aradan birkaç saat geçti ve kırmızı oduncu gömlek içindeki doktorum seans için yerini aldı. Kırmızı uyarıcı bir renk. Oduncu gömleğiyle birleşince zihnim çağrışım kapılarını sonuna kadar açtı haliyle. Göl evine ışınlanmıştım ve kulağım doktordan gelecek soruya hazır hale getirilmişti. "Çocukluğundan en çok neyi özlüyorsun?" deyince "Doktor, bende zaman bol da acaba sende de durum aynı mı?" demek istedim ama onun yerine "Eski zamanların güzelliğini özlüyorum" dedim. "Dikkat ettiniz mi doktor, insanlar belli bir yaşa geldiklerinde hep kendi çocukluğunun çok güzel olduğunu, o zamanların daha masum olduğunu söylerler. İstisnasız bütün insanlar, ağız birliği etmişçesine neden aynı şeyi söylüyor? O zamanları güzel yapan neydi? Neden biri çıkıp da içinde bulunduğumuz şu anın geçmiş anlardan daha güzel olduğunu söylemiyor? Yiten zaman neden kıymetli oluyor?... "Fikrimi soruyorsan dünya değişiyor, insanlar kalabalıklar içinde yalnızlaşıyor. En büyük nedeni bu.", "Belki. ben bunun nedenini, samimiyet duygusunun yerini menfaate bırakmış olmasında buluyorum. İlişki en az iki kişi arasında olur. Düşünün, bir kişi dünyayı değitirebilir diyorlar, öyleyse iki kişi dünyayı tepetaklak çevirebilir, değil mi? Peki bu temsili iki kişi arasında samimi bir ilişki yerine menfaat ilişkisi varsa, işte buyurun o zaman cenaze namazına ya da 'Welcome to Dante's Inferno'. "Enteresan bir bakış açın ve kesinlikle çok üretken bir zihnin var. Haklı olabilirsin. Bana o samimi bulduğun geçmişten bahseder misin? Durmadan ne düşünüyorsan anlat, dinliyorum." Doktor Freddy, bilinç akışı tekniğiyle hamlesini yaptı, neden vezirimi tehlikede hissediyorum?...

"Film kareleri... Film şeritleri geliyor gözümün önüne.Manuela vardı doktor, güzellik timsali ve kötü kalpli ikizi Isabelle. Rapunzelvari sırma saçlarıyla inci gülüşü gözlere şenlik. Bir de Alf vardı, tüy yumağı, kruvasan burunlu sevimli uzaylı. Müşfik Kenter'in dublajıyla pazar sabahları evimizde bir uzaylıyı ağırlardık. O uzaylı şimdinin dünyalısından daha samimi geliyor bana. Tek fırça darbesiyle bir ağaç, beş fırça darbesiyle muazzam bir orman oluşturan bugünün bonusu o zamanın bol hacimli kıvırcık saçlarıyla Bob Ross gibi bir adam vardı, resim sevincini program ismi olmaktan çıkarıp izleyicide hayranlığa dönüştüren. Yelpaze fırçasıyla bütünleşen, dünyayı yağlı boyayla kaplayabilecek bir adam. Öldüğünü duyduğumda çok üzülmüştüm... Kaptan Cousteau'yla derin mavilere açılan bir kız çocuğuydum doktor, şimdi kıyısından geçtiğim hiçbir deniz o zamanın naifliğini, samimiyetini estiremiyor ruhuma. "...

"Sustun, dinliyorum."
"Sözün özü, o zamanın 'çokomel'ini bugünün 'toblerone'una değişmem doktor!"...


görsel: Bob Ross (saygıyla anıyorum)

Hiç yorum yok: