Pazar, Eylül 18, 2011






Sergüzeşt-i Şizofren


yedinci gün, yalnızlığın demlendiği vakitler/ gün bitmeden...


"Günaydın doktor, bugün erkencisiniz." dediğimde verdiği karşılık tam da şu şekildeydi:
"Hadi hadi, tembellik etmeyi bırak da yürüyüş bandını taşımama yardım et. Saat sabahın yedisi ve sen hâlâ uyuyorsun." Anlaşılan doktor solundan kalkmış ya da taktik değiştirmiş. Sabah zılgıtımı yiyip üzerine de yarabbi şükür dedikten sonra bir ucundan "Saygıdeğer ve pek sevgili dokturum Freddy" diğer ucundan da zat-ı şahanem tutarak "Voit" marka mekanik yürüyüş bandını camın önüne gelecek şekilde yerleştirdik. Doktor, spor yaparken giymem için eşofman da getirmiş lakin ne nike ne de türevleri. Bildiğin salı pazarından alınmış bir görüntü sergileyen eşofmanı ve 40 numarasını bulamayıp 39'unu aldığını görür görmez anladığım idare eder spor ayakkabıları alıp doktora "sıkma canını doktor, ilk kez başıma gelmiyor" dedim. "Ne ilk kez başına gelmiyor?"," Ayağıma uyan ayakkabı bulamamak" dediğimde canı hiç de sıkılmışa benzemiyordu aslında.

Doktor, giyinip spora başlamam için odadan çıktı. Ardından eşofmanları giyip 20 dk.lık ısınma hareketlerine başladım. Birden kendimi So Ji Sub'la danseder buldum, fonda "tomorrow" eşliğinde. "Saragni saragni" diyor, ipek sesiyle Chae Jung An. "yarın, yarın bitse bile sonraki gün seni özleyerek yaşacağım..." ah, ah nasıl bir diziydi o öyle, So Ji oppa, bu senaristler seni kıskanıyor galiba ya da Allah çirkin bahtı versin sözü boşuna söylenmemiş . Hele bir de "Bali'de Neler Oldu?" mevzusu var, oraya hiç girmeyeyim istersen. Sözlükte talihsizin karşısında sen mi varsın So Ji oppa? Gong Yoo'ya gülmek, sana da ağlamak mı yakışıyor yoksa? Bu Güney Kore dizileri "romantizm" denen şeyi çözmüşler, holivud çek ellerini, kopyacı seni!

Oppa'yla dansı kısa kestim, o çekik gözleriyle makus talihine 1 numaralı bakışını attıktan sonra ortadan kayboldu ben de romantik dansı, ısınma turları yerine saydım ve bantta yürümeye başladım. Hiç ses yok, ayaklarımın altındaki bandın sesinden başka. Spor ayakkabıları giymedim, "Cat" bot mağduru, topuk dikenine maruz kalan ayaklarım çıplak şekilde yürüdüm, çimenlerin üzerinde yürür gibi. Daracık odada bol oksijeni ciğerlerime çektim. Kendime oluşturduğum yeşillik denizinde yürüdüm, yürüdüm, dijital göstergede yarım saat, 2 km yürüdüğüm yazıyor ve 150 kalori verdiğim. Durmak yok, yola devam diyerek kimi çağırsam şimdi yanıma diyorum. Zira bu yalnızlık sıkıcı olmaya başladı. Derken aklıma doktorun getirdiği kitap geliyor. Bugün Edmond'la görüşmek yok, o hücresinde volta atarken ben de fazla kiloların hapsinde voltamı atıyorum, bugün aynı şeyi yapıyoruz belki de aynı anda Edmond, hı?

Evet, doktor okumam için kendi kitaplığından olduğu şüphe götürmez bir kitap getirdi. Sporu bitirip, duşumu aldıktan sonra kitapla tanışma faslına geçtim. Yatağımın üzerindeydi, elime alıp ön kapağı çevirdiğimde hiç de yabancı olmadığım bir kitaba "Hoş geldin" dedim, "hoş geldin gezegenime Küçük Prens. Görüşmeyeli uzun zaman oldu, hı?" Bana, o sevimli ürkek bakışlarıyla gülümsedi.

Ne yapmalı? Rodin'in "Düşünen Adam"ı gibi düşüncelere mi dalsam, Marcel Ayme'ın "Duvargeçen"i gibi duvarın içinde mi sıkışsam? Ya da şu leziz animasyon "9" gibi ruhla beslenen makinelerle mi savaşsam? Bugün yensem mi, yenilsem mi, ezsem mi ezilsem mi? Bugün küçük bir misafirim var, çook uzaklardan gelen, onunla ilgilenmeliyim. Şu da var ki, bugün Küçük Prens'in baobablarıyla başım dertte. Kendimi gittikçe çoğalan baobabların arasında onlarla boğuşuyor gibi hissediyorum, bana da bir koyun lazım, baobabları yiyecek ama çiçeğime dokunmayacak...

Sevgili Pilot, bana da bir koyun çizer misin ama tasması da olsun, olur mu?


1 yorum:

yildizlhan dedi ki...

nasıl güzel bir anlatım, mırıl masal gibi. bayıldım.