Pazar, Temmuz 06, 2008

İNAN CESUR / BİR ARKASI YARIN ROMANI


Zamansız bir mekânda yürüyordum. Karşıma neyin ya da nelerin çıkacağını bilmiyordum elbet. Ayaklarımı sarı pabuçlarımdan çıkarıp -ki sarıyı aslında hiç sevmem- ıslak kumlara oturduğumu çok iyi hatırlıyorum. Belki de pantolonumun o kısmı hala ıslak olduğundan. Hava karanlıktı ama o lacivert devasa su bolluğunun içinde -görüyorsunuz ki belleğim hala yerinde, güzel cümleler kurabildiğime göre- feri kaçmış iki ateş topunu net olmasa da seçebiliyordum. Ürktüm önce, ama ne de olsa ben bir yazarım değil mi, hikayenin nereden çıkacağı belli olmaz, ayağa kalktım.

Ateş topunun kıyıya yaklaştığını görüyordum, ışığını vermekten o gece ısrarla kaçınan cimri aydan medet ummadan gözlerimi iyice açtım, zaten gözbebeklerim bunu kendiliğinden gerçekleştirdiler,evet, yanılmamıştım. Gördüğüm her neyse bana doğru geliyordu. Gereksiz cesareti bir yana atıp tam sıvışacakken nerden geldiğini anlamadığım bir sesin adımı çağırdığını işittim. Tüm bunlar korkunç bir kabus olmalıydı, çünkü hiçbir sağlam kalbin buna dayanabileceğini zannetmiyordum. Hastalıklı olan zaten çoktan göçerdi öbür dünyaya. Ama rüya değildi, rüya olmadığını adım gibi biliyorum. Gelen şeyin, kalbimin sesini -çıkardığı sesten çok gürültüydü- duyduğuna yemin edebilirim. Bir yandan da kendime kızıyordum, kalp çarpıntılarımın arasında. Gece vakti bir Allahın kulunun olmadığı bu yerde ne işim vardı benim? Oh olsundu bana, belayı kendim çağırmıştım ayağıma. O da davetime teşrif etmiş, geliyordu.

Gördüğüm ateş topunu, adını duyunca bile irkildiğim cinlere benzettim önce. Tabiki daha önce cin, peri görmedim. Nasıl mı benzettim, bilmek için görmeme gerek yok herhalde. Her bildiğimizi görseydik vay halimize. Neyse, ters ters bakmayın anlatıyoruz işte. Aramızda bir adam boyu mesafe vardı en fazla. Ateş topunun görüntüsü netleşmeye başladı, ayın cömertliğinin sırası mıydı şimdi? Ama hayır, ışık aydan gelmiyordu, karşımdaki yaratık devasa ağzını açmış -bir ağız olmalıydı- yuttuğu ateş de etrafı aydınlatıyordu. Gözlerim kamaşmıştı, elimi gözüme siper ederken birden boşta kalan elimin üzerinde ıslak, sert dikenli bir şeyin dolaştığını hissettim. Lütfen bir insan olsundu bu, dikenli ama insan. Ama değildi, beni ne kadar korkuttuğuna aldırış etmeden, sıcağıyla yüzümü yakan ağzını açmış, bu da yetmiyormuş gibi bir de kolumu tutmuştu. O anda ölmem gerekirdi ama valide sultanın dediği gibi normal biri değildim ben. Normal bir insan olsaydım, sıradan korkuları sıradan tepkileri olan bir insan, o an düşüp ölmem gerekirdi. Ölmeyi bile beceremedim o an.

Yine adımı duydum. "İnan" diyordu. Bir şeyler söylemek için ağzımı açtım ama değil bir şeyler söylemek, bağıramıyordum bile. Korktuğumu sonunda anlamış olmalı ki yapış yapış uzantısını - kol demek içimden gelmedi- kolumdan çekti. Ateş yutmuş ağzını da kapadı, herhalde çekip gidecek dedim içimden, hafiften rahatlamıştım ki gözlerini açtı bu kez. Kıyıda otururken gördüğüm iki ateş topu gözleriydi demek. Gözlerinin ateşini dindirdi önce, saydamlaştı birden iki gözü. Ayna gibi berraklaştı. Kendimi gördüm gözlerinde. Ünlü yazar İnan Cesur'u. Tek kendim değildi gördüğüm. Okuyucularım vardı yanımda, ellerinde kitaplarım, imza istiyorlardı benden. Çok şık giyinmişim ben de. Fiyakalı kıyafetim, at kuyruğu yapılmış uzun kumral saçlarım kahverengi güneş gözlüğümle bolca hava satıyordum etrafıma. Hayranlarım dizilmiş karşıma, kalemimi oynatmamı bekliyorlardı. Sonra birden hepsi geri geri yürümeye başladılar. Önce heralde şaka yapıyorlar diye düşündüm ama değil, gidiyorlardı işte, gittiler. Önümde saniyeler öncesinde upuzun bir kuyruk varken şimdi boşluğa bakıyordum. "Hani nerdeler?" diyorum. Sesimi duydum nihayet, demek ki dilimi yutmamışım. Gözlerini kapıyor ve tekrar açıyor yaratık. Bu kez ayna gözlerinde, validenin gençliğini görüyorum, otuz beş yıl öncesi, ecel terleri döküyor, beni dünyaya getirmeye çalışıyor. Demek o zaman da çok yormuşum valideyi. Nihayet doğuyorum işte, arada koşuşturmalar ve sonunda kucağına veriyorlar beni. "Erkek olacağını biliyordum, hissetmiştim, inandım sana. İnan olacak adın" ve alnıma öpücük konduruyor, sıcaklığını hala hissediyorum. Korkumu üzerimden atıp koca bir gülücük atıyorum yaratığa doğru. Bu benim teşekkürüm. Kapıyor yine gözlerini. Sudan çıkmaya çalışıyor ama sanırım bu kez o korkuyor, karaya çıkmaktan korkuyor ama çıkmak da istiyor gibi. Gözlerimi kapatıyorum, kalbimin hızlı atışları arasında elimi uzatıyorum ona. Yumuşacık bir el, kadife gibi, üstelik bahar kokuyor eli, çekiyorum kıyıya. Çıktı galiba, açıyorum gözlerimi. Karşımda bugüne dek görmediğim, masallarda bile benzeri olmayan, ölçüye gelmeyen boyuyla bir ejderha duruyor.
Şimdi ne yapmalı?...


Bakalım yeni bir maceraya yelken açtık. Bu da benim kahramanım İnan Cesur.
Bir arkası yarın roman karakteri olacak kendisi. Kaldığı yerden yakın zamanda -ama yarın değil- devam edecek inşallah...

Hiç yorum yok: