Cumartesi, Mayıs 14, 2011






Sergüzeşt-i Şizofren












ikinci gün
(açlıktan ölmek üzereye geri sayım 3,2...)

Elinde meyve tabağıyla içeri girdiğinde ölmeme bir saniye kalmıştı, ölümün eşiğinden dönmüştüm. O an gözümde kurbağalıktan prensliğe terfi etmişti ama çakma Peter Lorre, çalıntı yüzüyle sırıtıp "günaydın" dediğinde rüyadan uyandım. Ne günaydını be. Saat en azından ikindiye yaklaşmadıysa ne olayım. "size de günaydın"...

Programın ikinci günü -çarşamba- menüde meyve tabağı. buna da şükür olmamış muz ve hindistan cevizi de getirebilirdi pek âlâ. İnsaflıymış. Meyveleri yedim, ben yerken başımda beklemesi sinir bozucuydu ama sesimi çıkarmadım. Yanımda getirdiğim kitabı bugün okumaya başlamamı söyledi. "Elli sayfalık bir okuma istiyorum senden" dedi "peki" dedim. Ve yanımda getirdiğim kitabımı açtım. Freddy odadan çıktığında Edmond Dantes anlatıyor, ben de dinliyordum. Yani senin başına gelen pişmiş tavuğun başına gelmez sevgili Edmond, diyordum tam kendisine -kitabı altı kere okuduğum için olaya hakimdim- ki Michael Scolfield seslendi, Burrows da ardından "dont forget us", kendimi Sucre gibi hissettim, her zaman yanınızda olup her an sizi düşenemem beyler, dedim. Onlar da" eyvallah" deyip Fox River'a döndüler zaten, ya da ben öyle yorumladım, İngilizcem pek yeterli değil ben de dublaj yaptım işte. Hem neden İngilizce dünya dili oluyormuş? Oylama mı yapıldı, bana soruldu mu, televoting'e de razıyım. Sözlüğünde "gönül" olmayan dili ben ne yapayım, boşuna mı okuduk o kadar Oktay Sinanoğlu'nu. Hay Allah, Edmond'u unuttum, sen çaldır kapat, ben sana dönerim diyemeyeceğime göre ki kendisinin cep telefonu yok, olsa bile yüzü burda kendisine söylesene, söylüyorum Edmond sen devam et dinliyorum ben derken kim geldi? "Benim suçum, günahım neydi" dedi Andy Dufrense. Ya sen ne zaman çıktın Shawshank'ten demeye kalmadı odada volta atmaya başladı kaçkın. "Andy Dufrense'in suçu ne?, Andy Dufrense'in suçu ne?" Ben ne bileyim, yazan öyle yazmış, çok takma kafana rolünü yap sen dedim. O hala aynı yerde "Andy Dufrense'in suçu ne" demesin mi, tepem attı tabi. Adama bak, müthiş bir filmin başrolünde oynamışsın, filmin imdb'de bir numara. Filmseverlerin arşivinde yerin sağlam minvalinde yumuşatıcı sözler söylüyoruz yok, o ninni gibi mırıldanmaya devam. Yeter artık rol çalmayı bırak diyecektim ki biri benden önce söyledi. Ben playback yapmakla yetinmişim zira ağzım ye.. sesinde kalmış, cümleyi Monk tamamladı. Monk nerden böyle dedim. San Francisco Polis Departmanı'ndan dedi tabi. Adamda suç yok, bu da soru mu şimdi. Monk, Allahını seversen git, söz sana sonraki sahnelerde rol yazacağım ama şimdi değil, n'olur git dedim ama o ellerini oynatmaya başladı. Tipik Monk. Başını sağa sola yatırır, omuzlarını oynatır, eller açık vaziyette ipucu bulmaya çalışır. İyi de burası olay mahalli değil Monk, an itibariyle hiç de hijyenik olmayan ellerimle seni kolundan tutup dışarı atabilirim dediğimde "wipes, wipes!" diye çığlık atmaya başladı. Islak mendil bulamayınca gitti zat-ı şahaneleri. Karşındakinin zaafını bildiğin sürece ondan üstünsün, al sana aforizma.

Edmond kalktı, gidecek. Edmond, Allahını seversen sen anlatmaya devam et, benim suçum değil, sen kendi gözünle gördün, kendileri geldi, ne yani kovsa mıydım, Türk'üm ben, yani biz misafirperver bir milletiz, aslında kovdum bile sayılır, git dedim ya, Edmond, lütfen yapma yaav"
Tabi o beni dinlemedi...

görsel: Jim McDermott

Hiç yorum yok: