Cuma, Ekim 17, 2008


Bir İstanbul Kitabı

Ve açılır perde... Nice yangınlar görmüş ahşap bir sahnede, çıkar bir adım öne, İstanbul.
Dili lâl, gözleri anlatır yüzyılları, binyılları...
Savaş meydanları, fetihler; mavi sularında sefere çıkan gemileriyle, geçit resmi yapan sultan kayığıyla; camileri, kiliseleri,havralarıyla; aharlanmış kağıda çalınan mürekkep kokusuyla; her renkten insanıyla; yangınıyla, depremiyle; top dökülen zafer günleriyle; şenlikleriyle, kumpanyalarıyla; halkalı şekeri ve kağıt helvasıyla; fesiyle şapkasıyla; bir inkılaptan diğerine, bir devrimden diğerine; bir yanı yıkılan bir yanı inadına ayakta duran, devrildikçe gücünü kendinden alıp kalkan eski zaman oyuncağı hacıyatmaz misali, İstanbul...

Neler gördün ey İslambol, ey Konstantinopolis, ey İSTANBUL...
Yıldızlı göğünün altında nelere tanık oldun bazı gönüllü bazı gönülsüz. Suyun iki yakası ve sen, İstanbul.
Hafızasında sana yer ayırmayan, kare kare, hevenk hevenk seni gönlünde yoğurmayan, seni andıkça "ah!" etmeyen dil, var mıdır dersin? Rüzgar nereden eserse essin, senin kavrulmuş kestane tadını,iyot kokunu,hanımeli baharını,koyu sarı fonda geçen yıllarını savuramayacak boşluğa, sen var oldukça, adın yazıldıkça, hikayelerin anlatıldıkça.

Yine bir kitap oldun sen, tadına doyulmayan...

.................................................................



HEVENK- KAYIP İSTANBUL

Sevinç Çokum


50'li yıllardan günümüze bir İstanbul seyahati vadeden bir kitap sayfalarını çevirdiğim.
Günümüzün tüm imkanlarına rağmen üzerinden atamadığı kofluğuna inat, kuşandığı eskileri içinde albenisini hiç yitirmeyen bir İstanbul panaroması seriyor önümüze yazar.
"16 yaşın gülümseyişiyle" siyah-beyaz bir fotoğraf karşılıyor okuyucuyu daha ilk sayfada. "Allı yeşilli albenili meyve hevenkleri" misali başrollerde İstanbul ve Sevinç Çokum'la yan karakterler eşliğinde, çocukluktan yetişkinliğe hevenk hevenk, tutam tutam, siyah-beyaz fotoğrafların yaşanmışlığıyla yazıya döküyor yazar anlatısını ve bunu unutulmayacak bir kitaba dönüştürüveriyor.

Geçmişe yolculukta ilk durak çocukluk yılları...
İstanbul'un delik işi perdelerden evlerin içine dolan yeşilden sarıya, mercandan erguvan tonlarına elvan elvan ışıkları; karartma günlerinde kullanılan storlu kara perdeleri; çerçeveleri büyüdükçe, camından kaybolan İstanbul'u gösteren pencereleri ( adım adım yiteni daha iyi görebilmek için mi büyütülmüştü pencereler?! )...

Yazarın anlattığı yeşilini henüz yitirmemiş bir şehir İstanbul. Ihlamur Yolu'nda zamanın meşhur türküsü "Mavilim"den kendilerine pay çıkarıp her tondan maviyi üstlerine geçiren genç kızlar...
"Gerçek" sanat icra eden meşhur sesler: Sabite Tur, Mediha Demirkıran, Abdullah Yüce, Radife Erten...

Şehir efsaneleri ve Sevda Tepesi... Sandallarla gelinen Küçüksu'da, çayırlarında hamarat bir annenin tadı demlensin diye günler öncesinden hazırladığı zeytinyağlı dolmaların yendiği,şiş, köfte dumanları eşliğinde ellerde dolu hasır sepetlerle gelinip akşama doğru yorgunlukla dönülen piknik sefâları...

İstanbul vapurlarında bir seyire çıkarır okuyucuyu yazar, bir bardak limonata eşliğinde.Yolcu salonu kapısı açılıp da vapura yürüyen, sabun kokulu elleri, ellerinde simli kırmızı fiyonklu paketleriyle ve iyi giyimleriyle yolcular geçer gözlerimizin önünden, film karesi gibi...

Ada vapurları... Ülev ve Suat... Yolcularının çoğunlukla Rum, Ermeni ve Yahudi olduğu bu ada vapurlarının hevenge takılan gölgeleri...

Yazarın kendi şiiri Mavnalar eşliğinde, ardında küçük bir kayıkla bir mavnayla geçiyoruz Boğaz'ı ve dinliyoruz sahil gazinolarından yükselen zamanın ünlü seslerini...
Derya kuzuları...Balık bolluğu, ucuzluğu sebebiyle fakirin ve orta hallinin baş yemeğiymiş o yıllarda. Balığın bol tüketildiği bir evden, bir çiroz hikayesi dinliyoruz, diğer deniz hikayelerine ilave.

İstanbul fotoğrafının renkli kareleri, sokak satıcıları..."Eski şamdanlar alıyorum" nidasıyla sokak sokak antika eşya toplayan eskiciler... Yine sokak sokak dolaşan, kör makas, bıçak bileyen bileyciler,bakır eşya kalaycıları; su taşıyan sakalar, buzdolabının her evde olmadığı o günlerde, yaz sıcaklarında buz satan buzcular, yoğurtçular, mahalli kıyafetleriyle leblebiciler, keten helvacılar, macuncular; düdüklü Eyüp testisi, fırıldak, kaynana zırıltısı, darbuka satan oyuncakçılar...

Bakkal dükkanlarında gaz tenekelerinin yahut soğan çuvallarının yanına dizilen kiralık kitaplar: Agatha'lar, Kerime Nadir'ler, Mike Hammer'lar...
Hayat, Yelpaze Mecmuaları, Yeni Sabah, Son Havadis'lerden tanınan, takip edilen, beğenilen yabancı meşhurlar: Liz Taylor, Grace Kelly, Gina Lolobrigida, James Dean...
0 eski sinemalar:Emek,Yıldız,Yeni Melek,Saray...

Solgun kareler... Ölümün uğradığı bir evin sokak kapısına dayatılmış bir tabut. O zamanlar ölü yıkayıcısı gelip kazanlarda ısıtılan sularla, bir tahta perde ardında, kendi hanesinde yıkarmış ölüyü. Yoksul semtlerdeyse, mevsim yazsa, taşlığı olmayan evlerin ölüleri sokağa kurulan üstü açık, etrafı çarşafla çevrili derme çatma bir bölmede yıkanırmış. Çocuklar bile kanıksamış olurlarmış bu görüntüyü. "Yokluklar, ölümü hayatın içine böyle çekiveriyor işte"...

Aile, komşular ve tanıdıklardan güzel hatıralar yanında talihsiz olanları da eklemiş satır aralarına yazar, hevenk düğümleri arasına. Düğününe bir gün kala ölen Perihan'ın hikayesi de bunlardan biri...

Zamanın gazete sayfalarına cinayet haberiyle düşen Sarıyer güzeli Sevim. O yıllarda İstanbul'da bu tür hadiseler çok nadir görüldüğünden bu olay uzun zaman anlatılmış insanların dilinde.
Şimdiyse her gün kaç tanesini işitiyor kulaklarımız?

1953'te Çanakkale Boğazı'nda İsveç Gemisi Naboland ile çarpışıp batan 88 denizcimizin şehit olduğu Dumlupınar Denizaltısı ve Dumlupınar Faciası, tarihin kara sayfalarından...

"Çeşniler" başlığıyla yüzümüze özlem dolu bir tebessüm yerleştiriveriyor yazar,Sevim ve diğerlerinin ardından. Malzemesinden çalınmamış, halis tereyağıyla pişirilmiş enfes tatlılardan alabilmek için kuyruklar birikirmiş İstanbul tatlıcılarının kapı önlerinde. Misafire ikramın da seremoniye dönüştüğü ev oturmaları...


Tasarrufu, idareyi bilirmiş o zamanın insanı. Şimdiki gibi hazıra konulmayan yıllar... Yumuşasın diye kireç kaymağına konup kaynatılan Amerikan bezinden dikilen giysiler, çarşaflar, örtüler...
Tahta fırçalarla ovulup temizlenen tahta merdivenler, yer muşambaları; tel dolaplar...
Bitki karışımı merhemleri, envaiçeşit şifalı otlarıyla, baharat kokularıyla attar dükkanları ve Üsküdar...
Kem gözlerden koruyan, nazarı dağıtan yedi dükkan süprüntüsü...
Fotoğraf kıyılarına yahut arkalarına düşülen, iyi kuşamlı kelimelerden dizili küçük kompozisyonvari edebi şölenler...
Tahta bacakları, ip cambazlarıyla cambazhane ve yaz eğlenceleri...
Özentisiz, sade ama vakur duruşlarıyla, en mühimi yabancılaşmamış halis Türkçe adlarıyla eski dükkan tabelaları: Sabır Mağazası, Çam Düğün Salonu, Süsler Berberi... Geçmiş zamanın tatlı ayrıntıları.

Çocukluk oyunları... Evlerin taşlıklarında düzenlenen müsamereler,şişlere geçirilen karton kahramanlarla Karagöz oynatmalar, mangal kömürüyle boyanıp, üzere püsküllü kıyafetler geçirilip Afrikalı yamyam olmalar...

Evlere karakter kazandıran kokular... Kimi salça, kimi hamur kızartması, kimi arap sabunu kokan evlere misafir oluyoruz. Her evin içerisindeki yaşantıyla ilgili kendine has kokusu olduğu ne doğru...

Ve Küçük Ada'daki bir diğer ismiyle Kınalıada'daki yaz mevsiminin geçirildiği ada evi. Ev sahipleri Ermeni olan, duvarlarında fıstık çamı gölgelerinin oynaştığı, bahçesinde mandalina ve dut ağacıyla, gül-i rânâ rayihasıyla yazarın belleğinde yer tutan ada evi. Ermeni ev sahipleri vasıtasıyla ekalliyete dair bilgilere okurluk ediyoruz, yaşayış biçimlerine,adetlerine,düzenlerine...

Tarihi 6-7 Eylül hadiseleri ve gece yarısı dikilen bir Türk bayrağı mevzusu da vardır Hevenk'te.

Perili köşkler, yatırlar; erik, dut, incir,ayva ve Trabzon hurmasının başı çektiği meyve ağaçları; şimdi nesli tükenmiş olan kuş inciri,İstanbul'un kaybolan tatlarından yalnızca biri...
Rengarenk, devasa bir İstanbul yelpazesi, her biri yelpazenin bir dilimi...

Sevinç Çokum, pek çok türde eser kaleme almış başarılı bir yazar.Kitap, tür olarak anlatı olarak geçse de kitaptan pek çok tadı almak mümkün. Eski İstanbul sokaklarında bir gezi, yaşanmış hikayeler...

İstanbul'un yeşili ölmemiş, mavisi solmamış; insanlarının çok daha hoşgörülü olduğu, saygının yitirilmediği, belki daha az gelişmiş -teknolojik bakımdan- ama kesinkes daha huzurlu o günlerine sarı sayfalar ve kahve tonunda harflerle, en güzeli yaşanmışlığıyla seyre çıkmaya, bu edebiyat ve nostalji şöleninden bir lokma da kendinize almaya gönüllüyseniz; yazarla tanışmamışsanız ve illaki İstanbul sevdalısıysanız Hevenk- Kayıp İstanbul'u okumadan geçmeyin...


Yoksa gözleriniz çiçek dürbününden rengarenk dünyalar izlemeyi özlemedi mi?..


Ötüken Neşriyat, basım yılı 2003, 202 syf.


( Bu yazım bir edebiyat dergisi için yazılmıştı ama yazının üzerinden uzun zaman geçmesine rağmen dergi çıkmayınca, yazıyı blogda yayınlamaya karar verdim...)

2 yorum:

Berrin dedi ki...

ne kadar hos anlatmıssın..okumak ıstıyorum bu kıtabı..
rengarenk dunyalar gormeyı ozledık tabıı:)özlemek ne kelime hasretiz..

Unknown dedi ki...

Teşekkür ederim Berrin yorumun için.
Tavsiye ederim okumalısın...
Yazılarından çıkardığım kadarıyla nostaljiyi sevdiğini düşünüyorum ve hikaye de yazdığına göre yazarın hayatını öykülediği ve -tabi İstanbul'u- bu kitabını seveceksin.

Evet, dediğin gibi hasretiz...

sevgilerimle...